Gazilik

*

وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتًا

بَلْ أَحْيَاءٌ عِندَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ

سَأَلَ النَّبي عليه الصلاة والسلام

ايُّ الجِهادِ أَفضَلُ

قالَ كَلِمةُ الحَقّ عِندَ سُلطَانٍ جَائِرٍ

Cumanız Mübarek Olsun Aziz Kardeşlerim!

Şerefli dinimiz İslâm, Tevhîd sancağını yeryüzünde dalgalandırmak, dinimizi, îmanımızı, vatan ve mukaddesatımızı korumak için cihad etmeyi, savaşmayı müslümanlara farz kılmıştır. Bu sebeple, kalbinde Allah’a inanmanın heyecanını duyan, gönlünde vatan ve mukaddesat sevgisi taşıyan, hürriyet, fazîlet, barış ve insanlık dîni olan İslâm’ı kabul etmenin şerefine eren her müslüman, gerektiği an canı ile, malı ile savaşacak ve bunu en mukaddes bir vazîfe bilecektir.

Evet, müslüman, yeryüzünde hiçbir kuvvetin kendisini dîninden, vatanından, hakkı açıklamaktan geri koyma tehlikesi kalmayıncaya ve Allah’ın dîni en üstün oluncaya kadar durmadan cihad edecektir. Bu, her müslüman için kaçınılmaz biz vazîfedir.

Yüce Allahımız Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:

(Yeryüzünde) bir fitne kalmayıncaya ve din tamamiyle Allahın oluncaya kadar onlarla savaşın. (Enfal sûresi âyet, 39; Bakara sûresi âyet, 193).

(Ey müminler)! Sizler gerek hafif, gerek ağırlıklı olarak elbirlik (savaşa) çıkın. Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır. (Tevbe sûresi âyet, 41).

Yüce Allahımız’ın bu Rabbanî emirlerini alan hiçbir müslüman, dîni için, îmanı için, vatan ve mukaddesat için Allah yolunda savaşmaktan geri duramaz. Yer yerinden oynasa, denizler kaynasa, semalar çökse, fırtınalar kopsa, yıldırımlar yağsa, volkanlar fışkırıp kudursa, yıldızlar ateş barutu halinde dökülse de, yine o, bütün arzusu ile savaşa koşar. Allah’ın verdiği canı ve malı yine Allah’a teslim etmenin mânevî zevkine erer. Bilir ki o:

Şüphesiz Allah, müminlerin canlarını ve mallarını cennet mukabilinde satın almıştır. (Tevbe sûresi âyet, 111) hükmü, bir mümin için nîmet ve şereflerin en büyüğüdür.

Aziz Müminler!

Cihad, sadece harp meydanında düşmanla yapılan muharebe değildir. Her nerede ve nasıl olursa olsun, din ve vatan düşmanlariyle Allah rızası için mücadele cihaddır. İnsanları “Allah’a kul olmaktan” alıkoyan her güçle mücadele cihaddır. Nefisle, küfürle ve her çeşit ahlâksızlıkla mücadele cihaddır.

Bazı kimselerin, özellikle İslâm düşmanlarının iddia ettikleri gibi müslüman, insanlara İslâm’ı zorla kabul ettirmek için değil; müslümanların din ve vatanlarını, mal ve can güvenliklerini sağlamak, İslâm’ın kurtarıcı nizamını insanlığa sunmak, onun Rabbanî adâletini kurmak ve o şerefli dînin yayılmasına engel olmak isteyenlerin düşmanca faaliyetlerini durdurmak, yok etmek için cihad eder. Yoksa müslüman, insanları zorla îmana getirmek, yer altı, yer üstü madenlerini silâh gücü ile ele geçirmek, açık pazarlar elde etmek için savaşmaz.

İslâm cihadında işkence, zulüm, yağmacılık, ırza ve namusa, hasta, ihtiyar, çocuk, kadın ve sivillere silâh çekme yoktur. Alınan esirlere kötü muamele, kulaklarını, burunlarını, dudaklarını kesme ve ağır işlerde çalıştırma, kamplarda inletme yoktur. (Bak. Ebû Dâvud, Tâc., c. 4, s. 367; Buharî, Tâc., c. 4, s. 374). Çünkü: İslâm cihadı aynı zamanda barıştır, huzurdur, güvendir, hürriyettir, rahmet ve hidayettir. İslâm cihadının bu üstün esaslarını başka hiçbir sistem ve nizamda bulmak mümkün değildir.

Bunun içindir ki, tarihin şanlı bekçisi olan müslümanlar, evet, sadece müslümanlar, her gittikleri yere sevgi, her girdikleri yere barış, her uzandıkları yere hak ve adâlet, her konakladıkları yere Allah’ın birliğini haykıran ulu mabetler, çeşmeler, sebiller, saraylar sunmuşlardır. Palikaryaların, haçlı sürülerinin yaptıkları gibi eziyet ve işkence yapmamışlar, her tarafı yakıp yıkmamışlardır.

Aziz Müminler!

Kur’ân-ı Kerîm’de cihadı emreden, cihadın fazîletini beyan eden pek çok âyet-i kerîme vardır. Peygamberimiz ﷺ’in de bu hususta birçok hadîs-i şerîfleri mevcuttur.

“İnsanların en fazîletlisi hangisidir?” sorusuna şanlı önderimiz ﷺ şu cevabı vermişlerdir: “Allah yolunda canı ve malı ile savaşan mümindir.” (Buharî, Müslim, Ebû Dâvud, Tirmizî, Neseî, Tâc., c. 4, s. 328).

Başka bir hadîs-i şerîflerinde ise, gerektiği zaman savaş etmemenin ve cihada gitmeyi arzulamamanın tehlikesine işaret ederek şöyle buyururlar: “Bir kimse gaza etmiyerek ve cihada gitmeyi gönlünden geçirmeyerek ölürse, bir nevî nifak üzere ölmüș olur.” (Buharî, Müslim, Tirmizî, Tâc., c. 4, s. 329).

Diğer hadîs-i şerîflerinde de: “(Ey müminler) Biliniz ki, cennet kılıçların gölgesi altındadır.” (Buharî, Müslim, Tirmizî, Tâc., c. 4, s. 329) buyurarak müminleri cihada teşvik ederler.

Muhterem Müminler!

Dinini, vatan ve mukaddesatını korumak için Allah yolunda savaşırken hayatını kaybeden kimselere de “şehid” denir. Şehid, bir şarabnel, bir kurşun, bir mermi parçasiyle ölen insan değil, İslâm ruhunun yüceliğini kanı ile yazan kahramandır. O, toprağı kanlı elbiseleri ile kefensiz kucaklayan müslüman. O, “dînim yaşasın, vatanım azîz olsun” diye şehadet şerbetini içen mümin. O, Allah’ın yalnız müslümanlara verdiği en büyük rütbe ve makama ulaşan savaşçı. O, büyük şair Âkif’in:

“Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,

Sana âgûşunu açmış duruyor Peygamber.” (Safahat 6. kitap) diye vasfettiği şanlı askerdir. O, Bedir’de, Uhud’da, Malazgirt’te, Çaldıran’da, Çanakkale’de “Allah Allah” sesleri ile düşmanı mağlûp eden mukaddes ruhtur.

Şehidlik ve gaziliğin ruhuna eremeyen müslüman bir millet, aşağılık çukuruna yuvarlanıp el etek öpmeye, düşmanlarının esareti altında inlemeye ve yıkılıp yok olmaya mecburdur. O halde, bir milleti ayakta tutan en güçlü unsur, “ölürsem şehid, kalırsam gazî” idealine îmandır.

Şehidlik, öyle bir rütbedir ki, dilin kıpırdamasından, dudağın oynamasından, boğazın titremesinden meydana genel “ölü” kelimesi onları ifade edemez. Zîra onlar, Hak âleminde diridirler.

Yüce Mevlâmız Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyururlar:

Allah yolunda öldürülmüş olanlar için “ölüler” demeyin. Bilâkis onlar diridirler. Fakat siz anlamazsınız. (Bakara sûresi âyet, 154).

Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilâkis onlar Rableri katında diridirler, rızıklanırlar. (Âl-i İmran sûresi âyet, 169).

O halde Müminler!

Eğer, kahraman ecdadımızın, mübarek kanlariyle yoğurarak bizlere emanet ettiği şu aziz toprakların düşman karargâhı olmasını istemiyorsak;

Eğer, bu mukaddes vatanın paramparça edilmesini, Tevhîd îmanını haykıran şu ulu camilerin yıkılmasını, ezanların susmasını, kandillerin sönmesini, düşman süngülerinin haremimize girmesini, namusumuza dokunmasını istemiyorsak ki, buna razı olabilecek bir vicdan, bunu kabul edecek bir gönül, buna boyun eğebilecek bir müslüman düşünülemez.

O halde kendimize gelelim. Bize müslümandan başkasının dost ve yardımcı olamıyacağını bilelim. Dinimiz, vatan ve istiklâlimiz için, malımız ve canımızla mücadele etmeye hazır olalım. Barışta ve savaşta silâhlı kuvvetlerimize bütün gücümüzle yardımcı olalım. Şehitlik ve gaziliğin mukaddes erelim.

Peygamberimiz ﷺ’in: “Allah yolunda öldürülseydim, tekrar dirilip yine öldürülseydim, tekrar dirilip yine öldürülseydim, sonra dirilip yine öldürülseydim.” (Buharî, Tâc., c. 4, s. 327) hadîs-i şerîfinin derin anlamını hiç unutmayalım. Kesinlikle bilelim ki:

Dinsiz bir cemiyet ölüdür,

Vatansız bir millet dağınıktır,

Kılıçları “cihad” uğruna bileten güç îmandır.

Zafer, “ölürsem şehid, kalırsam gazi” aşkıyla yanan müslümanlarındır!

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا ۚ وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ

*

يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ

وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُسَارِعُونَ فِي الْخَيْرَاتِ

وَأُولَٰئِكَ مِنَ الصَّالِحِينَ

قال رسول الله عليه الصلاة و السلام

مَن رَأى مِنكُم مُنكَراً فَليُغَيِّرهُ بِيَدِهِ

فَاِن لَم يَستَطِع فَبِلِسانِهِ

فَاِن لَم يَستَطِع فَبِقَلبِهِ وَذَالِكَ اَضعَفُ الإِيمانِ

Muhterem Müslümanlar!

Hangi din, hangi dâva, hangi ideal olursa olsun, yaşayabilmesi ve ayakta, durabilmesi için kuvvetli bir neşir ve müdâfaa ordusuna ihtiyacı vardır. Eğer böyle olmayıp, Hak, hak olduğu için kendini kabul ettirmiş olsaydı kitaplara, peygamberlere ve mürşitlere ihtiyaç kalmazdı.

Şu halde, İslâm’ı yaymak, İslâm’ı asırların kör idrakine haykırmak için biz müslümanlara büyük vazifeler düşmektedir. Çünkü, yeryüzünde İslâm kadar faziletli bir din olmadığı halde, İslâm kadar aleyhinde konuşulan. İslâm kadar düşmanı bulunan başka bir din de yoktur.

Müslümanları kendi teslis inançlarına çekmek için durmadan çalışan, İslâm’ın en ücra köy ve kasabalarına varıncaya kadar broşürler dağıtan, misyonerler dolaştıran, Haçlı zihniyyetine her gün yeni yeni kuvvetler kazandıran bir Hristiyan teşkilâtını düşünelim. Bir de bunların çalışmalarına bilerek veya bilmiyerek yardımcı olan, İslâm ülkelerindeki sinemaların, gazetelerin, tiyatroların İslâm’ın üstün ahlâkını yakıp, ahlâksızlığı yerleştirmek için giriştikleri amansız faaliyetleri tasavvur edelim. Sonra elimizi vicdanımıza koyarak şu soruya cevap verelim. Bütün bunlar karşısında biz müslümanlar ne yaptık ve ne yapıyoruz? Evet Peygamberimiz ﷺ’in; “Nefsim yed-i kudretinde olan zat’a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz, yahud Allah’ın üzerinize göndereceği azabı çok yakında görürsünüz. Sonra Allah’a yalvarsanız da duanız kabul edilmez” (Tirmizî, Taberânî, R. S. Terc., c. 1, Nu. 191) buyurmasına rağmen ne yaptık? Kendimizi aldatmadan ve cesaretle söyliyelim ki -hafif bir uyanma belirmesine rağmen- yaptığımız hakîki bir şey yoktur.

O halde ne yapmamız îcab eder? Ehli küfür karşısında müslümanların vazifeleri nelerdir? Kısaca bu suallerin cevabını vermeye çalışalım.

İlk vazifemiz, İslâm’ı bütün inceliklerine varıncaya kadar iyice öğrenmek ve onu harfi harfine nefsimizde ve ailemizde tatbik etmektir.

İkinci olarak, damarları tevhid heyecanı ile fokur fokur kaynayan kalpleri Allah ve Resûlünün aşkıyla alev alev yanan, dinine, îmanına, mukaddesatına, vatanına bütün gücüyle bağlı, Cebel-i Nur kadar tertemiz, Selimiye minareleri kadar dimdik, Süleymaniye kubbeleri kadar vakarlı, maddi ve manevi ilimlerle mücehhez bir iman ve ilim gençliği yetiştirmektir. Bunun için zengini fakiri, amiri memuru, profesörü generali el ele, gönül gönüle vererek çalışmalıyız. Bu ihmalimizin acı semerelerini her gün üniversite bahçelerinde görmekte, gazete sütunlarında hayret ve dehşetle okumaktayız.

Eğer bugüne kadar, Anadolu’nun yanık bağrından kopup gelen, lime lime, burcu burcu istikbal vaad eden yüksek tahsil gençliğine sahip çıksaydık, onların ihtiyaçlarına kulak verip tam teşkilâtlı yurtlar, okuma salonları açmış olsaydık, onları sinemaların loş kanepelerinden, kumarhanelerin çirkin havasından meyhanelerin iğrenç masalarından kurtarmış bulunsaydık bugünkü sapık ideolojilerle beslenmiş, çarpık fikirlerle dolmuş, şuursuz davranışlarla milletin huzurunu kaçırmağa alışmış bir gençliğin yerinde dinine, vatanına bağlı, ilme ve fenne âşık, şuurlu ve faziletli bir gençlik bulacaktık. Fakat zararın neresinden dönülürse kârdır. Yol yakın, fırsat eldeyken bu hatamızı telâfi etmeliyiz.

Daha sonra, yepyeni bir hamle ile İslâm’ın emrettiği şekilde gece gündüz çalışarak en azından duşmanlarımız kadar kuvvetli olmak mecburiyetindeyiz. Çünkü düşmanlarımızın itibarı Hakka değil, kuvvetedir. İnsan Hakları Evrensel Beyannameleri, ittifak imzaları v.s. hepsi bugün kuvvetlinin âleti olmaktadır. Biz de kuvvetli olduğumuz müddetçe sözümüzü dinletebiliriz. Eğer düşmanlarımız bize iktisadî bir savaş açmışlarsa biz de aynıyle mukabele edebilmeliyiz. Fezada uçma yarışıyla meydan okuyorlarsa, biz de aynıyle cevab verebilmeliyiz. Zira İslâm’da kuvvete misliyle karşı koyma vardır.

Kur’ân-ı Kerîm’in bir âyet-i kerîmesinde Allah-ü Zülcelâl şöyle buyurur: Siz de onlara (düşmanlara) karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) bağlanıp beslenen atlar hazırlayın ki, bununla Allahın düşmanı ve sizin düşmanınız (olanlar)ı ve bunlardan başka sizin bilemeyip de Allahın bildiği diğerlerini korkutasınız. Allah yolunda ne harcarsanız (ecri) size eksiksiz ödenir ve siz asla haksızlığa uğratılmazsınız. (Enfal sûresi âyet, 60).

Asrımız, insan ilminin ve tekniğinin zirveye ulaştığı bir devirdir. Müslümanlar bu ilmi, bu tekniği İslâm’ın bir neşir vasıtası haline getirmek zorundadırlar. “Radyoyu çalma, günahtır, sinemaya gitme kâfir olursun, tiyatronun semtine uğrama dinden çıkarsın” gibi kuru lâfların yerine, radyoyu, sinemayı, tiyatroyu İslâm’ın emrine almak müslümanların vazifesidir. Eğer bugün sinemalar perişan vaziyetteyse, ahlâkı ve mukaddesatı rencide eden filimler gösteriliyorsa, genç dimağlara kovboyluk, maceraperestlik, ahlâksızlık aşılanıyorsa bunda müslümanların da suçu vardır. Zira müslümanlar bu sahaya da el atıp dînî, ahlâkî, kültürel ve kahramanlık filimleri çevirselerdi, her müslüman gidip görebilirdi. Bugün ise kalbinde zerre miktarı bir îmana sahip olan kimse sinemaya gittiği zaman utancından yerin dibine girer. Şu halde yapılacak iş, sinemayı, tiyatroyu, radyoyu, televizyonu İslâm’ın bir neşir organı haline getirebilmek için bütün gücümüzle seferber olmaktır.

Aziz Müslümanlar!

Akıllı, şuurlu, vicdanlı birer müslüman olarak kısaca arzettiğim bu hususlara eğilmek, maddî ve manevî bütün imkânlarımızı bu uğurda Allah rızası için seferber etmek hem İslâmî, vatanî bir borcumuz ve hem de yaşayabilmemiz, ayakta durabilmemiz için kaçınılmaz bir vazifemizdir. Çünkü bunlar, memleketi, milleti felâkete sürükleyen çirkin işlerdir.

Peygamberimiz ﷺ okuduğum hadîs-i şerîflerinde: “Sizden kim çirkin bir iş görürse onu eliyle düzeltsin, eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, buna da gücü yetmezse kalben nefret etsin. Bu ise îmanın en zayıf derecesidir” buyururlar.

Resûlullah ﷺ’in emirlerine uyarak bu vazifelerimizi yerine getirdiğimiz gün, ecdadımızın kanlarıyla yoğurarak bize emanet ettikleri şu güzel topraklarımızda dalga dalga îman alevleri parlayacak, düşmanlık yerini kardeşliğe, tefrika yerini ittifaka, hiyanet yerini itâata, zulüm yerini adâlete, bâtıl yerini Hakka, ahlâksızlık yerini güzel ahlâka teslim etmek mecburiyetinde kalacktır.

İşte o zaman Allah-ü Zülcelâl’in şu ilâhî fermanının çerçevesi içine girmiş olacağız kı, dünya ve âhirette yerimiz salihler arasındadır.

(Onlar) Allah’a ve âhiret gününe îman ederler, iyiliği emrederler, kötülükten (ve kötülüğe vasıta olacak şeylerden) vazgeçirmeye çalışırlar. Hayır işlerinde (ve İslâmı yaymak hususunda) birbirleriyle yarış yaparlar. İşte onlar salihlerin (dünyada ve âhirette huzura kavuşacakların) ta kendileridir. (Âl-i İmran sûresi âyet, 14).

Dillerimiz, kalplerimiz îman

Yerimiz salihlerle olsun!

وَمَن جَاهَدَ فَإِنَّمَا يُجَاهِدُ لِنَفْسِهِ ۚ إِنَّ اللَّهَ لَغَنِيٌّ عَنِ الْعَالَمِينَ

Lasă un comentariu