Dost ve Düşman

*

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا بِطَانَةً مِّن دُونِكُمْ لَا يَأْلُونَكُمْ خَبَالًا

قال رسول الله عليه الصلاة و السلام

اَفضَلُ الاَعمَالِ اَلحُبُّ فِى اللهِ وَاَلبُغضُ فِى اللهِ

Cumanız Mübarek Olsun Aziz Kardeşlerim!

Dünya sahasına ağlayarak atılan insanoğlu, beşikle tabut arasında uzanan kısa ömrünü doldurup, kabir denilen amel çukuruna doğru ilerken gülebiliyorsa mutludur. Şu halde gaye, insanoğlunun gelirken değil, giderken gülebilmesidir. Bu gülmeye lâyık olabilmek için hayatımız boyunca Hak mihrabından ayrılmamak mecburiyetindeyiz. İşte bu mecburiyet şuuru içinde müminlerin dikkat edecekleri hususlardan biri de dost ve düşmanlarını gayet iyi tanımaları, onlara karşı vazifelerini eksiksiz olarak yapmalarıdır. Akıllı mümin dostlarını seven, düşmanlarına karşı tedbirli bulunandır.

Her zaman ve mekânda insanları daima Hak yola çağıran Kur’ân-ı Kerîm’de Allah-ü Azimüşşan şöyle buyurur:

Âl-i İmran sûresi âyet, 118-120:

Ey inananlar! Dostlarınızı bırakıp, (başkalarını) sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmekten geri kalmazlar. Onlar, sizin zahmete uğramanızı isterler. Onların düşmanlığı sözlerinden belli olur. Gönüllerinde gizledikleri (ise) daha büyüktür. Eğer aklınız varsa, size Biz, ayetlerimizi şüphesiz apaçık anlattık; Dinleyin! Siz, onları sevenlersiniz, ama onlar sizi hiç sevmezler. Siz Kitab’ın bütününe inanırsınız, onlarsa sizinle karşılaştıklarında inandık derler. Ancak baş başa kaldıklarında, (size olan) öfkelerinin şiddetinden parmaklarını ısırırlar. “Öfkenizden geberin!” de; Allah kalplerdeki sırları (bile) en iyi bilendir; Size bir iyilik gelse, bu onları üzer. Ama size bir kötülük gelse, buna sevinirler. Eğer sabreder, (Allah’ın) takvasını benimserseniz, onların (düşmanca) hileleri size hiç zarar vermez. Allah, yaptıklarının hepsini yok edecektir.

Aziz Müminler!

Müslümanın dostu Allah’dır, Resûlüllah’dır. Kitâbullah’dır, Beytullah’dır. Müslümanın dostu Veliyyullah’dır, Sünnet-i Resûlullah’dır. Ashâb-ı Habîbullah’dır. Müslümanın dostu îmandir, ameldir, ahlâktır, doğruluktur. Müslümanın dostu iyiliktir, şefkattir, merhamettir, fazilettir, adâlettir. Müslümanın dostu camidir, cemaattir, ilimdir, çalışmaktır, helâl kazançtır. Müslümanın dostu edeptir, hayâdır, temizliktir, ahde vefadır ve kısaca müslümanın dostu kendi din kardeşidir, başkalarını Allah için sevmesi, Allah için buğz etmesi ve düşmanlarına karşı tedbirli bulunmasıdır.

Peygamberimiz ﷺ hadîs-i şerîflerinde şöyle buyururlar: “Amellerin en faziletlisi sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğine de Allah için düşman olmaktır.” (Ebû Dâvud, Tâc., c. 5, s. 78).

Evet, kalbi Allah ve Resûlü için çarpan, gönlü Tevhid karargâhı bulunan müminler, dostlarını sevmek, onların yoluna baş koymak ve daima onlarla beraber bulunmak zorundadırlar. Bu, sevginin tezahürüdür. Zira Peygamberimiz ﷺ: “Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyururlar (Buhârî, Müslim, Tâc., c. 5, s. 80).

Allah’ı seven, onun emir ve yasaklarına eksiksiz riayet eder. Resûlullah’ı seven, onun sünnetine harfiyyen tabi olur. Din kardeşini seven, onu her hususta gözetir. Hakkı seven bütün işlerini doğruluk çerçevesi içinde yürütür. Ve kısaca seven, sevdiği ile beraber yaşar. Aksi takdirde sevmesi yalancı bir sevgiden öteye geçemez.

Ezana, namaza, oruca zekâta: hacca kulak vermiyenler, millî vahdetimizi, dinî bütünlüğümüzü parçalamak için amansız faaliyetlere girişenler, yük kızartıcı, hayâ ve iffet parçalayıcı resim ve yazılarla yuvamıza ve yavrularımıza zehir saçanlar; her taşında tarihinin bir sayfasını saklayan şu cennet vatanda hiç çekinmeden mukaddesatla alay edenler; hak hukuk, helâl haram demeden sadece kasa doldurmaya çalışanlar; kazançlarını din, îman, vatan yolunda değil de, içki, kumar ve sefalet yuvalarında tüketenler.

Evet bütün bunlar kimi seviyorlar? Şu kudsî mabed söylesin. Yağan yağmur akan su, uçan kuş, dikilen ağaç söylesin. Siz söyleyin. Bunlar kimi seviyorlar ve kimin düşmanıdırlar? Nefislerinin esiri, şeytanın oyuncağı ve düşmanlarının yardımcısı değiller mi?

O halde Ey Müminler!

Kimin dostu ve neyin düşmanımız olduğunu iyi bilelim. Dostlarımıza karşı vazifelerimizi yalnız sözle değil, hareketlerimizle de isbat edelim. Hazan yaprakları gibi solup döküleceğimiz ecel saati gelmeden önce daima hazırlıklı bulunalım. Bizi her an yoketmek için pusuda bekleyen düşmanlarımıza karşı tedbirli olalım. İslâm’ın dost bahçesinden saadet gülleri derlemeye çalışalım. Allah’ın dininden, Resûlüllah’ın sünnetinden, Kur’ânın gölgesinden ve din kardeşliği sevgisinden uzak yaşamayalım. Unutmayalım ki Allah, dostlarıyla beraberdir. Akibet müttekîlerindir.

وَالَّذِينَ جَاهَدُوا فِينَا لَنَهْدِيَنَّهُمْ سُبُلَنَا ۚ وَإِنَّ اللَّهَ لَمَعَ الْمُحْسِنِينَ

*

Sen kimsin?

لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنسَانَ فِي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ

قال رسول الله عليه الصلاة و السلام

مَن اَثنَيتُم عَلَيهِ خَيراً وَجَبَت لَهُ الجَنَّةُ

وَمَن اَثنَيتُم عَلَيهِ شَرّاً وَجَبَت لَهُ النَّارُ

اَنتُم شُهَدَاءُ اللهِ فِي الاَرضِ

اَنتُم شُهَدَاءُ اللهِ فِي الاَرضِ

اَنتُم شُهَدَاءُ اللهِ فِي الاَرضِ

Mühterem Müslümanlar!

Ümmetler ve milletler hayatlarını huzur içinde devam ettirebilmeleri için, yüzlerini Tevhîdin ilâhî nuru ile aydınlatmaları, kalplerini Hz. Resûlullah’ın muhabbeti ile doldurmaları, idraklerini Hz. Kur’an’ın hayat iksiriyle canlandırmaları ve sonra, nasıl bir ümmet olduklarını, nasıl bir millet haline geldiklerini çok iyi bilmeleri lâzımdır. Bu, yaşamanın, ayakta durmanın temel şartıdır. Çünkü, aslını, esasını, cevherini bilmiyen bir millet, geleceğinden emin olamaz.

Şu halde müslüman kardeşim, sen kimsin?

Aslın, esasın, cevherine?

Sen, Allahü Azimüşşan’ın, Muhakkak biz insanı en güzel bir şekilde yarattık? (Tin, 4) hitabına muhatab olan ve bu ilâhî hitabın hakkını veren en sevgili bir kulsun.

Sen, Kur’ân diliyle Siz insanlar için (seçilip) çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder, kötülükten vazgeçirmeye çalışırsınız, (çünkü) Allah’a inanıyorsunuz. (Âl-i İmran sûresi âyet, 110) fermanının sahibisin.

Sen, âlemlere rahmet olarak gönderilen (Enbiya sûresi âyet, 107) ve o dehşetli mahşer günü herkesin “nefsî nefsî diye çırpınacağı bir zamanda secdelere kapanıp, “ümmetimi isterim ya Rab, ümmetimi bana bağışlamadıkça kalkmam” (Tâc., Peygamberimizin şefaatı, c. 5, s. 383-391) diye feryat edecek olan Habibi Kibriya’nın ümmetisin.

Sen, Hz. Resûlullah ﷺ’in, ashabına: “Orduya yardım ediniz” dediği zaman, bütün servetini alıp getiren ve Peygamber’in: “Çoluğuna, çocuğuna ne bıraktın?” sorusuna:

– “Allah’ı ve Resûlü’nü bıraktım Ya Habiballah!” cevabını veren Hz. Ebubekir’ın yolundasın. (Ebû Dâvud ve Tirmizî)

Sen, devlet reisi olduğu halde, içi su dolu bir tulumu sırtına yüklenerek halk içinde dolaşan ve oğlunun: “Babacığım niçin böyle yapıyorsun?” sorusuna:

– “Kendimi (nefsimi) biraz beğenir gibi oldum, onu zelil etmek, gururumu kırmak istiyorum” diye karşılık veren Hz. Ömer’ın izindesin.

Sen, müslümanlar arasında açlığın ve kıtlığın hüküm sürdüğü bir zamanda Şam’dan kendisine ait zeytinyagı, üzüm ve buğday yüklü olarak gelen bin deveyi, yükleriyle birlikte fakir ve yoksullara tasadduk eden Hz. Osman’ın ardındasın. (Bâzı rivayetlerde 100 veya 140 deve geçer; Seyyid Kutub 1000 deve der).

Sen, cebinde bulunan dört dirhem servetin bir dirhemini gizlice, bir dirhemini açıkça, bir dirhemini gece ve kalan bir dirhemini de gündüz kimsesizlere sadaka olarak veren ve Allah Resûlünün:

– Niçin böyle yaptın? sualine,

– “Belki Allah, bunların birini olsun kabul eder düşüncesiyle yaptım ya Resûlellah” diyerek mukabele eden Hz. Ali’ı takip edensin.

Sen, Allah yolunda cihada çıkan ve karşısında Atlas okyanusunu görünce devesini dizlerine kadar denize sürerek, kılıcını çekip:

– Ya Rabbî! Şahid ol, önüme şu uçsuz bucaksız derya çıkmasaydı senin şanını daha ileriye götürürdüm” diye feryat eden, gözyaşı döken mücahitlerin peşindesin.

Sen, 30-40 sene yatsı abdestiyle sabah namazı kılan İmam-ı Azam’ların; Malazgirt ovalarında Allah Allah sedalarıyle at koşturan ve Anadolu kapılarını Müslüman Türklere açan Alp Arslanların arkasındasın.

Sen, misafir kaldığı evde gece sabahlara kadar ayakta duran ve: “Biz Kur’an’ın bulunduğu odada ayaklarımızı uzatıp yatmaktan haya ederiz” diyen Osman Gazilerin torunusun. (Bâzı rivayetlerde Ertuğrul Gazi olarak geçer).

Sen, Resûlullah ﷺ’in müjdesine nail olup, küfrün doğu kal’ası İstanbul’u fethederek İslâm’a teslim eden ve bu zaferle yeni bir çağ açan Fatihlerin, dünyayı müslümandan başkasına dar gören Yavuzların, karaların hakkanı, denizlerin sultanı Kanunîlerin neslisin.

Sen, İstabul’da okumaya başladığı Ezan-ı Muhammedîyi Çaldıran ovalarında bitiren, Tuna’da aldığı abdestin namazını Afrika çöllerinde kılan, Hazer kıyılarında getirdiği tekbir seslerinin yankılarını Viyana kapılarında duyan kahramanların evlâdısın.

Sen, vatanını, mukaddesatını müdafaa ederken düşman kurşunlarının darbeleriyle barsakları delik deşik dışarıya fırlayan ve bir eliyle barsaklarını karnına iterken, diğer eliyle göğsünden bir başka kurşun çıkarıp, yanında bulunan arkadaşına:

– “Al arkadaşım, sağ olur da dönersen şu kurşunu oğluma ver ve ona de ki: “Bunu sana baban, son nefesinde gönderdi ve aynı şekilde o da oğluna aktarmazsa hakkımı helâl etmem dedi” diye ulvî ruh örnekleri veren şehitler kafîlesinin çocuğusun.

Ve kisaca şairin ifadesiyle sen

“Malazgirtte arslan, surlarda Ulubatlı Hasan,

Niğbolu’da Yıldırım, Kosova’da Murad,

Muhaç’da Süleyman.

Sensin Çanakkale’de diş dişe, gırtlak gırtlağa boğuşan.

Sen, Hakkın kılıncı, Allah’a vurulmuşşun,

Sen şehitler çocuğu, kefensiz doğmuşşun.”

(Nihad Yazır: Surların İsyanı, Sebilürreşad 450. Sayı)

Müslüman Kardeşim!

İşte sen busun! Senin cevherin, aslın, esasın bu!

Onun için: Uyuşuk uyuşuk oturamazsın sen. Tembel tembel yatamazsın sen. Komşun açken tok gezemezsin sen. Doğruluktan, dürüstlükten ayrılamazsın sen. Kahvelerde, meyhanelerde vakit öldüremezsin sen.

Allah’a, Peygamber’e, Kur’an’a gerçek din adamına dil uzatamazsın sen. Abdestsiz, namazsız, niyazsız yaşayamazsın sen. Komünistlere, siyonistlere, masonlara şu mukaddes vatanda söz hakkı veremezsin sen. Dans âlemlerine iştirak edip, hanımını, kızını onun bunun kollarına teslim edemezsin sen. Evlâdını, dinini, ecdadını, inkâr edecek şekilde yetiştiremezsin sen. Bunların hiçbirini yapamaz ve yapanların da kimler olduğunu çok iyi bilirsin sen.

Bak, senin hakkında Allah’ın Resûlü ﷺ ne buyuruyor: “Siz (öyle bir ümmetsiniz ki) kime hayırla şehadet ederseniz, ona Cennet muhakkaktır. Kime de kötü şehadette bulunursanız, ona Cehennem zaruridir. Çünkü siz yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz. Siz yeryüzünde Allah’ın şahitlerisiniz. Siz yeryüzüunde Allah’ın şahitlerisiniz.” (Müslim, c. 3, s. 54).

Allah cümlemizi sonsuz rahmet ve mağfiretine mazhar buyursun!

وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ

*

Uhud Savaşında Hz. Ali’ın kahramanlığı

Uhud savaşında müslümanlar ufak bir yenilgiye uğradılar. Bunun en büyük sebebi de, birinci bölümün ikinci bahsinde anlatıldığı gibi Peygamber ﷺ’in bir emrine uymamaktı. O vakit dört taraftan saldıran düşman arasında kalmışlardı. Bu yüzden çok sayıda müslüman şehid olmuş, bazısı da kaçmıştı. Peygamber ﷺ’de bir düşman topluluğu arasında kalmıştı. Kafirler Peygamber ﷺ’in şehid olduğu haberini yaymışlardı. Bu haberden telaşa kapılarak Sahâbe-i Kirâm’ın çoğu kaçmış ve oraya buraya dağılmışlardı.

Hz. Ali buyuruyor ki: “Kafirler müslümanları kuşatınca ve Peygamber ﷺ gözümün önünden kaybolunca onu sağ olanlar arasında aradım, bulamadım, şehitlerin yanına giderek aradım, orada da bulamadım. Kendi kendine “Peygamber ﷺ’in savaştan kaçması mümkün değildir. Anlaşıldığına göre Allahu Teâlâ yanlış amellerimiz yüzünden bize darılmış ve yüce Rasûlünü göğe kaldırmıştır. O halde kılıcımı elime alıp kafirlerin kalabalığına dalıp öldürülene kadar savaşayım. Bundan daha iyi yol yoktur” dedim ve kılıcımı alarak öyle bir hamle yaptım ki, nihayet kafirler ortalıktan çekilip gittiler. O anda gözüm Peygamber ﷺ’e ilişince son derece sevinmiştim. Anladım ki Allahu Teâlâ sevgili Peygamberini melekleriyle korumuştu. Ben Peygamber ﷺ’ın yanına giderek dikildim. Bu esnada kafirlerden bir topluluk Rasûlullah ﷺ’e hücum etmek için geldiler. Peygamber ﷺ -Ali onları durdur- buyurdu. Ben tek başıma bu topluluğa karşı koydum ve onların yüzlerini geri çevirdim, bazılarını da öldürdüm.”

Ondan sonra tekrar bir topluluk Rasûlullah ﷺ’a saldırmak niyetiyle ilerledi. Rasûlullah ﷺ yine Hz. Ali’ye işaret etti. O yine tek başına o toplulukla çarpıştı. Bundan sonra Hz. Cebrâil gelerek Hz. Ali’nin yiğitliğini ve yardımını Peygamber ﷺ

اِنَّهُ مِنِّ وَاَنا مِنهُ

“Şüphesiz Ali bendendi, ben de Ali’denim”

buyurdu; yani bu sözüyle beraberliğin en yüksek derecesine işaret buyurmuştu. Cebrâil da

وَانا مِنكُما

“Ben de ikinizdenim”

buyurmuştur. (Kurret-ul-uyûn).

Izah: Tek başına bir kişinin bir topluluğun üzerine yürümesi ve Peygamber ﷺ’in yüce zatını bulamayınca ölmek niyetiyle kafir sürülerinin arasına dalması bir yönden Peygamber ﷺ’e duyduğu gerçek muhabbet ve aşkı göstermekte, diğer yönden de kahramanlığın ve yürekli bir atılganlığın manzarasını gözler önüne sermektedir.

Hz. Hanzala’ın şehid oluşu

Hz. Hanzala Uhud savaşına başından katılmamıştır. Denilir ki o yeni evlenmişti. (Sabah erkenden) gusül etmek için hazırlanıyordu. Nihayet gusül için oturmuş başını yıkıyordu. Birden kulağına müslümanların yenildiğini bildiren bir ses ilişti. Buna dayanamayıp o haliyle kılıcı eline alarak, savaș meydanına doğru ilerledi, kafirlere ve gâvurlere saldırdı. Durmadan ilerliyordu. Derken sonunda şehid oldu.

Şehid olan bir kimse eğer cünüp değilse yıkanmadan defnedilir. (Onun durumu bilinmediğinden) yıkanmadan defnedildi. Fakat Peygamber ﷺ meleklerin onu yıkadıklarını gördü. Rasûlullah ﷺ meleklerin yıkamasını sahâbelere de anlattı. Ebû Saîd Sâidî diyor ki: “Ben Peygamber ﷺ’in sözlerini işitince Hanzala’nın yanına gittim. Baktım ki, başından sular damlıyordu. Rasûlullah ﷺ (Medine’ye) dönüp araştırınca onun yıkanmadan savaşa gittiğini öğrendi.” (Kurret-ul-uyûn).

İzah: İşte bu da kahramanlığın en yüksek derecesidir. Cesûr insanların iradelerinin gecikmesi kendilerine ağır gelir. Bundan dolayı Hz. Hanzala guslünü tamamlamayı bile beklemedi.  

Lasă un comentariu