Vaazlar

*

فَبِمَا رَحْمَةٍ مِّنَ اللَّهِ لِنتَ لَهُمْ ۖ وَلَوْ كُنتَ فَظًّا غَلِيظَ الْقَلْبِ لَانفَضُّوا مِنْ حَوْلِكَ

فَاعْفُ عَنْهُمْ وَاسْتَغْفِرْ لَهُمْ وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ

ۖ فَإِذَا عَزَمْتَ فَتَوَكَّلْ عَلَى اللَّهِ ۚ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَوَكِّلِينَ

Al-i İmran, 159

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

Arapça bir kelime olan ve herhangi bir şeyin en büyük kısmı, bir topluluğun çoğunluğu anlamına gelen -Cumhur- kelimesinden türetilen -Cumhuriyet- kelimesi yönetimde çoğulculuk veya çoğunluğun yönetimde söz sahibi olması anlamına gelir.

Milletimizin cumhuriyete geçişi, birtakım olayların yaşanması sonucu duyulan ihtiyaçtan olmuştur.

Değerli Müminler!

Cumhuriyetin maddi ve manevi, bilinen ve bilinmeyen bütün millet önderlerini rahmet, minnet ve saygıyla anmanın yeterli olmadığını, onların milleti bağımsızlaştıran, ileri götüren, ufuk açıcı, yol gösterici ve sonuç alıcı çabalarına, bugün bizim bir yenisini eklemedikçe, durağanlaşmış anmaların nostaljik avuntudan öte bir anlam taşımayacağını vurgulamak gerekir. Çünkü cumhuriyet: millet olma, millet olarak birlikte yaşama ve sorumluluğu ortaklaşa paylaşma bilincinin kurumsal bir yansımasıdır. Cumhuriyet, ruh olarak özgürleşme, ileriye açılma ve kendini her çağda yeniden yenileme ve aşma duygusundur. Bütün bularla birlikte çağı doğru okumak ve çağdaş dünyada, çağdaş bir millet olarak ayakta kalabilme yetisi ve hünerini göstermektir. Böylesine hayati bir olayın nostaljik kuru nutukla geçiştirilmesi elbette bir yarar sağlamaz. Onu iyice içselleştirmek gerekir.

Unutmayalım ki sahip olunan değerler anlaşıldıkça yaşama şansı bulur.

Aziz Müminler!

Cami ve mescitler Müslümanların Allah’a ibadet ettikleri yerlerdir. Yeryüzünün en kutsal mekânlarından olan caminin bir adı da “Allah evi”dir. Dolayısıyla camiye giden bir Müslüman, Allah’ın ziyaretçisi ve misafiri konumundadır.

Ev sahibi, evine gelen misafirlerine ikramlarda bulunduğu gibi, camiye giden Müslüman’a da Yüce Allah, büyük mükâfatlar vererek ona ikramlarda bulunur. Bu hususa Sevgili Peygamberimiz ﷺ şöyle işaret buyuruyor: „Evinde güzelce abdest alıp camiye giden kimse, Allah’ın ziyaretçisidir. Ziyaret edilenin ikramda bulunması, ziyaret eden kimsenin hakkıdır.”

Ancak, ziyarete gidilirken bazı kurallara uymak gerekir.

İşte, cami ziyaretçisinin uymak durumunda bulunduğu bu kuralların bazıları şunlardır:

Camiye abdestli ve temizlenmiş olarak temiz elbise ve düzgün kıyafetle girilmeli;

Camiye gireken  salât-u selâm okunmalı;

Ayaklar veya çoraplar ıslak veya kirli iken halı ve kilimlere basılmamalı;

Camide ayaklar uzatılarak oturulmamalı, yüz kıbleye dönük olmalı;

Bağırıp çağırmak, yüksek sesle konuşmak, gürültü etmek veya dünya işleri konuşmak gibi davranışlardan uzak durulmalı;

Ağızdaki soğan, sarımsak kokusu ile camiye gidip oradakileri rahatsız etmekten veya yanındakileri iğrendirecek hareketlerde bulunmaktan kaçınılmalı;

Camide Kur’an, mevlit okunuyorsa veya dini nasihat, vaaz yapılıyorsa dikkatlice ve saygı içinde dinlenilmeli;

Camiye geç gelindiğinde boş bulunan yerde oturulmalı, önlere geçmek düşüncesiyle oturanlar rahatsız edilmemeli;

Camiye girildiğinde, önden oturmaya başlanmalı ve namaza duracak gibi yer alınmalı;

Camilere en güzel ve en temiz elbise ile gildimeli, ter kokulu, paslı, yağlı, tozlu, topraklı; iş elbisesi ile gidilmemelidir.

Değerli Müslümanlar!

Şu ayet ve hadisler de hep belleğinizde bulunsun.

„Allah’in mescidlerini, ancak Allah’a ve ahiret gününe inanan, namazi kilan, zekati veren ve Allah’dan baskasindan korkmayan kimseler imar ederler. Iste hidayet üzere olduklari umulanlar bunlardir.” (Tawba, 18)

„Ey Âdemogullari! Her mescide gidisinizde güzel giysilerinizi giyin ve yiyin, için, fakat israf etmeyin, Çünkü Allah israf edenleri sevmez.” (Araf, 31)

„Yeryüzündeki evlerim mescitlerdir. Oradaki benim ziyaretçilerim ise o mescitleri yaşatanlardır.”

Allah Tealâ kıyamet gününde “Benim komşularım nerede?” diye sorar.

Melekler de “Kimlerdir ki sana komşu olabilirler?” derler.

Allah da Kur’an okuyanlar ve mescitleri onarıp yaşatanlar neredeler? İşte onlar buna lâyıktır; diye cevap verir. Öyleyse değerli müminler, bu hususta da azami dikkati göstermeye gayret edelin.

Aziz Müslümanlar!

Hep bilmekteyiz ki Kur’an-ı Kerim, Müslümanların hayatında merkezi bir yere ve öneme sahiptir. Çünkü Kur’an, ona inananların yaşayışını şekillendirir, yol ve yön gösterir ve onlara ufuk açar. Bundan dolayı Kur’an’ın özü ve nitekleri itibariyle Müslümanlar tarafından tanınması zorunluluk arz eder.

Camilerdeki yaz kurslarının en önemli amacı bu zorunluluğu gidermektedir diyebiliriz.

Diğer amaçlar da:

İslâm dinini, insanın yaşayışına anlam kazandıran unsurlardan biri olarak görmeyi;

İslâm dininin ilkelerini, insanın insanca yaşamasına yardımcı unsurlar olarak kavramayı;

İslâm dinini Allah-insan ilişkilerini düzenleyen boyutunun farkına varmayı;

İslâm dininin, evrensel barış kültürü ve anlayışının oluşmasında ve hoşgörü ortamının meydana getirilmesinde katkıda bulunabileceğinin bilincine ulaşmayı;

İnancı akılla bütünleştirebilmeyi;

Büyüklere duyulan saygı ile küçüklere duyulan sevgi bilgisini davranışlara yansıtmayı;

Dın alanında yetkili olan kişi ve kurumlarla yetkili olmayanları ayırt etmeyi;

İbadetlerle ilgili bilgileri davranışa dönüştürmeyi;

İslâm’ın temel kaynağı olan Kur’an-ı Kerimi Arapça metninden usulüne göre okumayı;

Muhammed’ın hayatını ana hatlarıyla öğrenip O’nun yaşantısından değerler üretmeyi;

Kutsal mekânlar Cami ve detaylarını tanımayı;

Doğumda kulağa ezan okuyan cami görevlisini görevi esnasında tanımayı;

Kafaları meşgul eden düşünce ve sorulara cevap bulmayı;

Toplumda din adına üretilmiş yanlış düşünce ve uygulamaları fark etmeyi;

Art niyetli kişilerin din adına kurdukları tuzaklardan uzak kalmayı;

Hurafe olanla olmayanı ayırt etmeyi;

Allah’ın ve insanların sevgisini kazanacak bir hayatın nasıl olması gerektiğini bilmeyi;

İyi Müslüman ve iyi insan olmayı sağlayan şartların nelerden ibaret olduğunu öğrenmeyi ve zamanı iyi değerlendirmeyi sağlamaktır.

Değerli Müminler!

Her köşe başında yavrularımızı bekleyen onlarca tehlikeyi bertaraf etmenin en kestirme yolunun, yaz kurlsarı olduğunu asla unutmamalıyız. Hiçbir şey yapamıyorsak bari çocuklarımızı en yakın camideki yaz kursuna gönderelim.

Bu da önemli bir iştir, unutmayalım.

*

وَلَا تَحْسَبَنَّ الَّذِينَ قُتِلُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتًا ۚ بَلْ أَحْيَاءٌ عِندَ رَبِّهِمْ يُرْزَقُونَ

(Al-i İmran, 169)

Aziz ve Muhterrem Müslümanlar!

İlk defa İslâm dini tarafından kullanıldığı için dini bir kimlik haline gelen şehitlik, yüce milletimizin de çok değer verdiği ve uğruna nice canlar feda ettiği bir kavramdır.

Şehitler günümüzün belirlenmesinde öne çıkan 18 Mart günü, 250.000’e yakın şehit verdikten sonra zafere ulaştırdığımız Çanakkale savaşlarını ve onun zaferini hatırlatan bir gündür. Tek bir savaşta bu kadar şehit veren başka bir milletin olmadığı kesindir. Burada önemli olan bizim milletimizin bu ayrıcalığını, vatan ve millet duyarlılığını iyice algılayabilmek ve onu genç nesillere kavratabilmektir. Şehitler günün kutlanmasından amaçlanan şeyin bu olduğu da son derece açıktır. Ama, bu kutlamaların gerekli duyarlılığa neden olabildiği çok net değildir. Bunun için hem dinimizin bu yoldaki ifadeleri hem de tarihimizin incelikleri hususunda her an bilgili ve bilinçli olma zorunlulugümuz vardır. Bu zorunluluk da öncelikle sayısını bilemediğimiz şehitlerimize karşı olan vefa borcumuzla ilgilidir.

Aziz Müminler!

Dinimize göre şehit, Allah’ın huzurunda diri olarak bulundurulup türlü nimetlere muhatap olacak ve Cennete girmesine başta Melekler olmak üzere her şeyin şahitlik edeceği kimsedir.

Kur’an-ı Kerimde şehit için söylenenlerden dolayı olsa gerektir ki bizim milletimiz bu mertebeyi hep değerli ve yüce kabul etmiştir.

Nisa suresinin 69. ayetinde, şehitlerden “ne güzel arkadaş” diye bahsedilmekte ve onların hep Peygamber protokolünde bulunacağı ifade edilmektedir. Bakara suresinin 154. ayetinde de şöyle buyrulmaktadır: “Allah yolunda öldürülenlere sakın “ölü” demeyin. Zira onlar yaşıyorlar. Fakat siz bunu anlayamazsınız.”

Al-i İmran suresinin 168, 169, 170 ve 171. ayetlerinde de Yüce Allah şöyle buyuruyor: “Savaşa katılmayıp oturdukları yerden savaşa katılan kardeşleri hakkında “Bize uyup savaşa katılmasalardı öldürülmezlerdi” diyenlere ey Peygamber! De ki: “Eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım.” Allah yonunda öldürülenleri sakın ölü sanmayın. Tam aksine onlar yaşıyorlar ve Allah’ın lütuf ve kereminden kendilerine verdikleri ile sevinçli ve mutlu bir halde Rableri yanında rızıklara/nimetlere ulaşmaktadırlar. Arkalarından gelecek ve henüz kendilerine katılmamış olan şehit kardeşleri için de hiçbir keder ve korku bulunmadığı müjdesinin sevincini yaşamaktadırlar…”

Değerli Müminler!

Şehitlik hususunda sevgili Peygamberimiz ﷺ de şöyle buyuruyor: Cennete giren hiç kimse, yeryüzündeki bütün şeyler kendisinin olsa bile dünyaya tekrar geri dönmek istemez. Sadece şehittir ki, gördüğü izzet, ikram ve itibar sebebiyle, tekrar dünyaya dönmeyi ve defalarca şehit olmayı ister. Allah’ın en seçkin kulu ve sevgilisi olmak gibi bir ayrıcalığı bulunan sevgili Peygamberimizin ﷺ; Allah’a yemin ederim ki, Allah yolunda savaşıp şehit olmayı, diriltilip yine savaşarak şehit olmayı, tekrar diriltilip yeninden savaşarak şehit olmayı çok isterim demesi her halde her şeyi açıklamaya yeter.

Evet değerli müminler!

Pusulası bu ifadeler olan toplumların sırtının yere gelmeyeceğini bize kanıtlamış bulunan binlerce şehidimizi minnet ve rahmetle anarken onlara lâyık olmayı da yüce Mevlâ’dan niyaz ediyorum.

Aziz Müslümanlar!

İnkârı asla mümkün olmayan ilâhi kanunlardan biri de, her yeninin eskimesi, her gencin yaşlanması ve ömrünü tamamlayan her canlının ölmesidir.

Dünyaya gözlerini açarken zayıf, cılız ve korunmaya muhtaç olan insan da zamanla gelişip kendine yeter duruma geldikten sonra bu ilahi kanun gereğince yeniden korunmaya muhtaç hale gelmekte, yani yaşlanmaktadır. Önlenmesi asla mümkün olmayan bu biyolojik değişim sürecine işaret eden Kur’an-ı Kerim, bize gençliğin kıymetini bilmeye, yaşlılığa hazır olmaya ve yaşlılara gereken ilgiyi göstermeye davet edercesine şöyle diyor, “Ömrünü uzun yaptığımız/yaşlandırdığımız kimsenin yaratılışını/konumunu tersine çevirir, gücünü, kuvvetini azaltırız. Bu hususa hiç akılları ermiyor, idrakleri yetişmiyor mu?” (Yasin, 68).

Muhterrem Müminler!

İnsanlığın huzur ve mutluluğu için ahlâki prensipler koyan yüce dinimiz, yaşlılara saygıyı da bu prensipleri arasında saymış ve onların mutluluğunu sağlayacak, haklarını koruyacak hususlara riayet edilmesini uyanlarından istemiştir. Zaten bizim dinimiz, insan merkezli bir din olup bütün emir ve yasaklarını insanın yararı ve zararı çerçevesinde temellendirmektedir. Durum böyle olunca da, insanların yokluklarına ve yalnızlıklarına ortak olmak, acı ve dertlerini dindirmeye çalışmak Müslümanlar olarak bizim her birimiz için bir görev oluyor demektir. İyi ve hayırlı insan olmamız da bu görevimizi yerine getirmeye bağlıdır. Nitekim sevgili Peygamberimiz ﷺ: „İnsanların en iyisi/en hayırlısı insanlara en çok faydalı olandir”; buyurmaktadır.

Bu bakımdan, toplumun bir gerçeği olan ve ilgiye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyan yaşlıların, toplumla diyalogunu diri tutmak, yalnız kalmalarını önlemek, hem sosyal hem de psikolojik ihtiyaçlarını karşılamak bizim için hem dini hem de insani bir görevdir.

Bu bakımdan, toplumun bir gerçeği olan ve ilgiye her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyan yaşlıların, toplumla diyalogunu diri tutmak, yalnız kalmalarını önlemek, hem sosyal hem de psikolojik ihtiyaçlarını karşılamak bizim için hem dini hem de insani bir görevdir.

Örnek almakla yükümlü bulunduğumuz sevgili Peygamberimiz ﷺ, yakın olsun olmasın, hatta Müslüman olsun olsun olmasın kendisinden yaşça büyük olanlara her zaman saygı göstermiş, onlara yardımcı olmaya ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışmıştır.

Bir gün sevgili Peygamberimiz ﷺ, arkadaşlarına bir şeyler anlatırken, kalabalık arasında yaşlı biri görüşmek için O’na yaklaşmaya çalıştığını gördü. Bu yaşlı kişiye yol açıp yer vermede biraz ağır davranan arkadaşlarının bu tavrı gözünden kaçmayan sevgili Peygamberimiz ﷺ, onları şu sözleriyle uyarmıştır. Küçüklerimize şefkat ve merhamet, büyüklerimize de saygı göstermeyen kimse bizden değildir.

Büyügünüz için ayağa kalkın; diyen sevgili Peygamberimiz ﷺ, insan ilişkilerinde sevgi ve saygıyı da imanın, dolayısıyla Cennete girmenin bir vesilesi saymıştır.

Muhterrem Müslümanlar!

Unutmamalıyız ki, hepimiz birer yaşlı adayıyız. Bugünün gençleri isteseler de istemeseler de yarının yaşlıları olacaklardır. Geleceğin hesabını şimdiden yapmak bir akıllılık belirtisidir. Öyleyse geleceğimizi ve yaşlılığımızı garantiye almak için şimdiden tedbirler almalı ve yaşlılara karşı görevlerimizi hakkıyla yerine getirmeliyiz.

Zira sevgili Peygamerimiz ﷺ; Herhangi bir genç, yaşından dolayı bir kimseye saygı gösterirse, yaşlandığında Allah da ona hizmet edecek kimseler var eder, buyurmaktadır.

Yine unutmamalıyız ki, yaşlılık, şu dünyanın süratle gelip geçici, insanın aciz ve biçare, ölümün inkâr götürmez bir gerçek, Yüce Allah’ın ebedi ve kudretinin de sonsuz olduğunun en açık bir kanıtıdır.

Öyleyse gereken dersleri çıkarıp ona göre yaşamaya gayret gösterelim.

Aziz Müslümanlar!

Çocuklara son derece derin bir sevgi ve şefkat besleyen sevgili Peygamberimiz ﷺ onları ciddiye alıp seviyelerine inmeyi ve problemlerini dinleyerek onlara rehberlik yapmayı ögütlemekle kalmamış, kendisi de bizzat bunu uygulayarak Müslümanlara örnek olmuştur.

O çocukları kucağına alır, öper ve okşar, çocukların gönlünü hoş etmek için de gayret sarf ederdi. O, hayattı boyunca çocukları hoş tutmuş ve onların isteklerini yerine getirmeye önem vermiştir. Namaz kılarken veya hutbe okurken bile tutumunu değiştirmeyen sevgili Peygamberimizin ﷺ, secdede iken sırtına binen torunundan dolayı secdesini uzattığını kaynaklardan öğrenmekteyiz. Kızlarından Zeyneb’in kızı Ümame’yi namazda iken omzuna alan sevgili Peygamberimizin, kız erkek ayırımı yapmadan çocuklara sevgisini gösterdiğini biliyoruz.

Sevgili Peygamberimizin ﷺ döneminde çocuklar da sosyal hayatın bir parçasıydı. Bayram namazının kılınacağı yere kadınlarla birlikte çocuklar da çıkar ve topluma karışırlardı. O, savaşlarda kadınların ve çocukların öldürülmesini özellikle isterdi. O, çocukların ekonomik yönden güçlü olmalarını, babasının malı varken onların muhtaç duruma düşmemeleri için gerekli önemleri de almıştır.

Malının tamamını bir sefer için bağışlayan Hz. Ebu Bekir’e: Çocuklarına ne bıraktın? sorusuyla Hz. Peygamber ﷺ, çocuklarla ilgili duyarlılığını hemen ortaya koymuştur.

Sevgili Peygamberimiz ﷺ çocukları savaşa sürme ve işlerde çalıştırma gibi yollarla asla sömürmeye müsaade etmemiş, Bedir seferine çıkarken Medine dışında ordusunu durdurmuş, çocuk yaşta olanları geri çevirmiştir.

O’nun çocuklarla ilgili en önemli özellıklerinden biri de kız çocuklarını erkek çocuklarla aynı statüye getirmesidir. Cahiliye döneminde aile için bir yük ve utanç vesilesi görülen kız çocukları, Peygamberimizle ﷺ birlikte olması gereken yerde olmuşlardır. Hatta O, kız çocuğuna özel önem vermiş ve kız çocuğu yetiştirenleri özellikle övmüştür. Yine sevgili Peygamberimiz ﷺ kız çocuğunu hakir görmeyi ve ona karşı kötü düşünmeyi yasaklamıştır.

Değerli Müslümanlar!

Sevgili Peygamberimiz ﷺ savaş esirleri arasında bulunan çocukları bile düşünmeyi ihmal etmemiş ve onların anneleriyle birlikte kalmalarını sağlamıştır.

Yine sevgili Peygamberimiz ﷺ, anne babanın çocuklarına eşit davranmasını bir görev, çocukların da bir hakkı olduğunu bildirmiştir.

O, Allah’tan korkun ve çocuklarınız arasında adaleti gözetin buyurarak.

Müslümanların bu konuda hassas olmalarını istemiştir. Mal paylaşımında veya cinsiyette ayırım yapıp adaletten sapılmasını zulüm olarak değerlendiren sevgili Peygamberimiz ﷺ, ne mal ne de sevgi, şefkat ve ilgi hususunda herhangi bir ayırıma müsaade etmiştir.

Sevgili Peygamberimiz ﷺ, yanında büyüyen amcasının oğlu Hz. Ali, ile biricik kızı Hz. Fatıma’yi, bilgide, edepte, dürüstlükte, çalışmada, ibadette, cesarette, efendilikte yetiştirdiği gibi bizim de O’nu örnek alıp kendi çocuklarımızı yetiştirmemiz bir görevdir, unutmayalım.

*

وَلَا تَقُولُوا لِمَن يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتٌ ۚ بَلْ أَحْيَاءٌ وَلَٰكِن لَّا تَشْعُرُونَ

(Bakara, 154)

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

İnsanlık tarihi, sayısız cinayetlerle, yani haksızlık üzere bina edilmiş adam öldürmelerle doludur.

Bu cinayetlerin belki de en korkuncu, en anlamsızı ve en haksızı, sevgili Peygamberimizin ﷺ elinde yetişen amcasının oğlu, biricik kızı Hz. Fatıma’nın eşi Hz. Ali’nın  şehit edilmesidir.

Hz. Ali  hayatı boyunca sevgili Peygamberimizin ﷺ yanında en fazla bulunan ve ondan en fazla yararlanan kişi olma üstünlüğüne sahip ve çocuk yaşta Müsülmanlığı kabul etmiş bir sahabi/peygamberin yakın arkadaşıdır. Kur’an’ın hayattakilerden cennetle müjdelediğı on kişiden de birisidir. Ayrıca Hz. Ali Müsülmanların dördüncü Halifesidir.

Hz. Ali  beş yaşından itibaren sevgili Peygamberimizin ﷺ yanında olmuş ve sevgili Peygamberimiz onu kendine kardeş olarak seçmiştir.

Hz. Ali, Bedir, Hendek ve Hayber başta olmak üzere hemen bütün savaşlara katılmış ve bu savaşlarda sevgili Peygamberimizin ﷺ sancaktarlığını yapmıştır. Tebük savaşı esnasında da Hz peygamberin vekili olarak Medine’de kalmıştır.

Hz. Ali, Kur’an ve sünnete son derece bağlı, dünya ile ilgili işlerden uzak kalmayı dileyenö Cemel ve Siffin gibi Müsülmanlar arası savaşlardan dolayı gözyaşı döken ve karşıtları için bile dua edecek kadar duygulu, takva sahibi ve idealist bir iman eridir.

O, Hz. Peygamber hayatta iken Kur’an-ı Kerimin tamamını ezberlemiş bulunan ve onun mesajlarına hakkıyla vakıf olan ender sahabelerden birisidir.

Yemen’de kadılık yapmış olan Hz. Ali, üstün hitabeti ile de tarihte yerini alan sayılı şahsiyetlerdendir.

Sevgili Peygamberimizin ﷺ: „Ben kimin dostu isem Ali’de onun dostundur. Allahım! Onu sevenleri sen de sev, ona düşman olanlara sen de düşman ol”; şeklindeki ifadesi, Hz. Ali’yi diğer insanlardan ayırmış ve onu üstün bir konuma koymuştur. Esasen Allah’ın onu Cennetle müjdelemesi onun övülmüşlüğü demektir.

O zaman Yüce Allah’ın övdüğü kimseye insanların övgüler yağdırmasının ne önemi olabilir ki?

Yazık ki, insanlık bir çok şahsiyeti yeterince değerlendiremediği gibi Hz. Ali’yi de değerlendirememiştir. Oysa insanlığın Hz. Ali’yi hakkıyla değerlendirmeye her zaman ihtiyacı olmuştur ve olacaktır.

Üzülerek belirtmeliyim ki, Hz. Ali gibi bir değer, İslam toplumu içindeki ilk kalkışıma hareketi – haricilik öncülerinin intikam ve aymazlık duygularının anaforu içinde, insani özeliklerinden sıyrılmış Abdurrahman b. Mülcem tararından bir sabah namazında zehirli bir hançerle yaralanmış, bu yaranın etkisi sonucu iki gün sonra Miladi 28 Ocak 661 tarihinde vefat etmiş ve şehitlik mertebesine ulaşmıştır.

Bize O’nu rahmetle anmak ve bu çeşit olayların vuku bulmaması için Allah’a yalvarmak kalıyor.

Akılsızlık ve bilgisizliğin insanlığın başına neler açabileceğini ve dini istismar ederek onu cinayetlerin sebebi göstermenin vahametini daha iyi kavrayabilmek için Hz. Ali’nin şehadetini bir an bile olsa asla unutmamalıyız.

*

إِنَّ اللَّهَ لَا يَغْفِرُ أَن يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَٰلِكَ لِمَن يَشَاءُ ۚ وَمَن يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَقَدِ افْتَرَىٰ إِثْمًا عَظِيمًا

(Nisa, 48)

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

Dinimizde Kebair kelimesi ile ifade edilen büyük günah, bireysel veya toplumsal zarara veya bozgunculuğa sebep olduğu için hakkında tehdit edici nas/ayet, hadis bulunan ve işleyenin dünyada veya ahirette cezalandırılmasına neden oluşturan suç ve davranışların ortak adıdır.

Hiç şüphesiz büyük günahların en başında yer alan günah, Allah’a bir şeyi ortak koşmak/şirk veya O’nu inkar etmek/küfürdür. Bu günahın, diğerlerinin aksine ahirette asla affı yoktur.

Sevgili Peygamberimizin ﷺ hadislerinde büyük günahların nelerden ibaret olduğuna dair yeterince bilgi vardır. Meselâ, Sevgili Peygamberimiz ﷺ bir hadislerinde şöyle buyuruyor: „Size büyük günahların en büyüklerinden haber vereyim mi? İşte onlar, Allah’a ortak kabul etmek/şirk, ana-babaya itaatsizlik, yalan yere şahitliktir.”

Bir başka hadislerinde de şöyle buyurmaktadır. İnsanı mahvedici şu yedi günahtan sakınınız. Allah’a ortak kabul etmek, sihir/büyü yapmak, haksız yere adam öldürmek, yetim malı yemek, riba/faiz almak, savaştan/askerlikten kaçmak, iffetli bir hanıma zina isnat etmek (ona günümüzde çok kullanılan bir lafı söylemek).

Bir başka hadiste de ana babaya itaatsizlikle Mescid-i Haram’da/Kabe’de yapılması yasak olan bir şeyi yapmayı da ilave ederek büyük günahların sayısı dokuz ifade edilmiştir.

Değerli Müminler!

Mümin olduğu halde çeşitli nedenlerle imanının gereklerini yerine getirmeyen, ibadetlerini terk veya ihmal eden, şirk ve küfür dışındaki büyük günahlardan birini işleyen kimse günahkar kabul edilir. Bu kimse işlediği ğunahı helal saymadıkça mümindir. Bunun çok iyi bilinmesi gerekir.

Bizim dinimizin en önemli yanı, her vesile ile insanın bağışlanmasına çareler ve vesileler aramasıdır. Bu bakımdan, mümin, ne kadar büyük günah işlerse işlesin tövbe kapısı onun için her zaman açıktır. Yüce Allah böyle bir kimseyi dilerse affeder, dilerse ahirette şefaat olunmasına izin verir, dilerse de günahı ölçüsünde cezalandırır. Sonuçta da kalbinde imanı bulunduğundan onu Cennetine koyar.

Kendine yazık ve kötülük etmek demek olan günah işlemekten uzak duramayanlar, Yüce Allah’ın şu sözü ile hem moral bulmalı hem de kendine yazık etmeyi bırakmalıdırlar. Bakın şöyle diyor Yüce Allah: „Ey haddi asarak nefislerine karsi israf etmis olan kullarim! Allah’in rahmetinden ümid kesmeyin. Çünkü Allah, bütün günahlari bagislar. Süphesiz ki O, çok bagislayicidir, çok merhamet edicidir.” (Zumer, 53).

Aziz Müslümanlar!

Görüldüğü gibi yol bellidir. Neyin günah olup neyin olmadığı da çok net bir şekilde ortadadır. Esasen günah işlemekten azami ölçüde sakınmaya gayret etmek imanımızın bir gereğidir. Herhangi bir nedenle işlenen günah için ne yapacağımızı da dinimiz bize gösterdiğine göre, bu dinden ve onu öğrenmekten bir saniye bile uzak durmamamız gerekir. Dini öğrenip onunla birlikte olduğumuz sürece aramakta olduğumuz mutluluğu yakalayacağımızdan hiç kimsenin şüphesi olmasın. Zira mutluluğun asıl kaynağı dindir.

Buyurun öyleyse mutluluğun kaynağında buluşalım.

Muhterem Müminler!

Kur’an-ı Kerimde “Ey iman edenler! Içki, kumar, dikili taslar (putlar) ve fal oklari seytan isi birer pisliktir. Bunlardan kaçinin ki, kurtulusa eresiniz.” (Maide, 90) buyrularak şarabın içilmesinin haram kılındığı bildirilmiştir. Hz. Peygamberin  açıklamaları ile de sarhoş edici diğer içki çeşitlerinin bu haram kapsamına girdiği sonucuna varılmıştır.

Evet Aziz Müminler!

İslâm dinini içkiyi yasaklamasının şüphesiz birçok yararları ve hikmetleri vardır. İçki ile ilgili ayette de ifade edildiği gibi, sarhoşluk, insanlar arası ilişkileri olumsuz şekilde etkilemekte, toplumda kin, düşmanlık duyguları ile hayasızlığı ateşlemekte, akli dengeyi bozarak insan iradesini zayıflatmakta, trafik kazaları ve orman yangınlarına neden olmakta, insanın onurunu ve kişiliğini zedelemekte, insanı sonu gelmez bir bağımlılığın içine sürüklemektedir.

Ayrıca, sarhoşluğun, aile hayatına, doğacak çocuklara, iş hayatına, aile ve ülke ekonomisine, bireysel ve toplumsal değerlere büyük zararlar verdiği de bilinmektedir.

Dinimiz, içkiyi, aklı devamlı veya geçici olarak faaliyetten alıkoyduğu ve onu görev yapamaz hale getirdiği, muhakeme yeteneğini köreltip zihni uyuşturduğu ve bir çok kötülüklerin işlenmesine sebep olduğu için yasakladığını her Müslüman’ın bilmesinde sayısız faydalar vardır.

Sarhoşluğu ve bağımlılığı salt yasal tedbirler ve cezalarla önlemenin mümkün olmadığı da artık bilinmektedir.

İzlenecek yol, insaları içki içmeye sevk eden ortam ve şartların, bilgisizlik ve eğitimsizliğin, sosyal ve ekonomik sıkıntıların giderilmesi, insanlara küçük yaşlarda ayıp, günah ve haram kavramlarının öğretilmesi, içki içmenin oldukça normal, hatta çağdaş ve entelektüel bir tercih olduğu şeklindeki ön yargı ve propagandaya karşı toplum olarak tavır alınması, içki içmenin laiklik ölçüsü kabul edilmesinin büyük bir yanlış olduğunun her vesile ile vurgulanması, bireyler kadar toplumun da bu konularda ciddi ve kararlı bir politika izlemesi, ayrıca, dini öğretinin desteğine başvurulması şeklinde tespit edilebilir.

Unutmamamız gerekir ki bu konuda hepimizin mutlaka yapması gereken bir şeyler vardır.

Öyleyse biraz gayret ve dikkat!

Muhterem Müslümanlar!

Yüce Allah’ın bize verdiği en önemli nimetlerden birisi de hiç şüphesiz hayattır. Hayat ise ancak sağlıklı bir şekilde devam ederse güzeldir. Sağliksız bir şekilde devam eden hayat ise çekilmez bir hal alır. Bizi düşünen dinimiz de sağlığımızı bozacak her türlü eylemden bizleri şiddetle uzaklaştırmakta, sağlığı tehdit eden, leş, domuz eti, alkollü içki ve benzeri maddelerden uzak durmamızı ısrarla istemektedir. Bize düşen dinimize kulak vermek ve sağlıgımızı tehdit eden herşeyden uzak durmak, özellikle de çocuklarımızı bu gibi şeylerden uzak tutmaktır.

*

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِي أُنزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِّلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِّنَ الْهُدَىٰ وَالْفُرْقَانِ ۚ فَمَن شَهِدَ مِنكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْه

ُ ۖ وَمَن كَانَ مَرِيضًا أَوْ عَلَىٰ سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِّنْ أَيَّامٍ أُخَرَ ۗ

يُرِيدُ اللَّهُ بِكُمُ الْيُسْرَ وَلَا يُرِيدُ بِكُمُ الْعُسْرَ وَلِتُكْمِلُوا الْعِدَّةَ وَلِتُكَبِّرُوا اللَّهَ عَلَىٰ مَا هَدَاكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ

(Bakara, 185)

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

İslâm dini insanı merkeze alır. Bu açıdan baktığımızda dinimizin koyduğu her emir ve yasakta, belirlediği her davranış biçiminde ve yapılmasını istediği her ibadette insanın sağlığı, huzuru ve mutluluğu için sayısız faydalar olduğunu görürüz.

İslâm’ın beş temel esasından biri olan oruç ibadetinin yerine getirilmesinde de hem maddi/bedeni hem de manevi/ruhi bir çok faydalar vardır.

Orucun manevi/ruhi faydalarını oruç tutan kimse ruhen algıladığı ve bizzat yaşadığı için onları anlatmaya imkân yoktur. Bu bir duyumsama ve hissetme olayıdır. İsmarlama bir şekilde ortaya konamaz.

Değerli Müslümanlar!

Orucun maddi kazançları konusunda ise uzmanlarınca tespit edilen hususlara dayanarak çok şeyler söylenebilir.

Her şeyden önce oruç sıhhat için bir anahtar konumundadır. Oruç sayesinde sıhhate ulaşılabilir. On bir ay boyunca yenen acı, tatlı, tuzlu, sekerli, türlü yemeklerle, içilen çeşitli içeceklerle yorulan ve yıpranan sindirim sistemi oruç ibadeti sayesinde bir ay süreyle dinlenme, toparlanma, güç ve kuvvet kazanma imkânı bulur. Bu da sıhhat demektir. Zaten sevgili Peygamberimiz ﷺ de “Oruç tutunuz ki, sıhhat bulasınız.” buyurmaktadır. Sevgili Peygamberimizin ﷺ bu sözüne tıp dünyasından haklı herhangi bir itiraz gelmemekte, aksine doğruluğu hep tasdik edilmektedir. Çağimizda tıp uzmanları da orucun insan sağlığına olan olumlu ektilerini sayıp durmaktadırlar.

Aziz Müminler!

Oruç tutmak, alışkanlıklarımızda değişklik yapmamıza da vesile olur. Ramazan ayı boyunca daha dikkatli, daha nazik ve daha olumlu oluruz. Olumlu olmanın ve dua etmenin bazı hastalıkların tedavisinde önemli bir yer tuttuğunu da biliyoruz. Dolayısıyla bu mübarek ayda bu süreci yaşamış oluruz. Bütün bunlar elbette kaçırılmaması gereken kazançlardır.

Oruç tutan kimsenin ne kadar yemesi ve ne çeşit yemekleri yemesi hususunda tabiplerin tavsiyelerini göz önünde bulundurması da önemlidir. Eğer bu tavsiyeler kulak ardı edilirse yukarıda temas ettiğimiz faydaların hiç birisi temin edilemeyebilir. O zaman da suç oruç’un değil kişinin bizzat kendisinin olduğunu bilmek gerekir.

Evet Aziz Müslümanlar!

Çok şerefli, çok feyizli ve çok bereketli bir aya, Kur’an-ı Kerimin inmeye başladığı, insanlığı kaplayan zulmet ve vahşetin sıyrılmaya yüz tuttuğu, Allah’ın rahmet deryasının taştığı, af ve mağfiret nurunun bütün alemi aydınlattığı mübarek ramazan ayına girmiş bulunuyoruz. Böyle kutlu bir aya yeniden bizi ulaştırdığı için Yüce Mevlâ’ya ne kadar şükretsek yeridir.

Ancak, ramazan ayına girerken bir müminin düşüneceği ve üzerinde titizlikle duracağı bazı hususlar vardır. Allah’tan bir bağış, Kur’an’dan bir ses, Peygamberden bir nefes olarak insanlığın huzursuzluğu üzerine doğan ramazan ayının aydınlığından yeterince yararlanabilmek, mahcubiyetinden dolayı ses çıkaramayan, çeşitli sıkıntılar içindeki yoksul, dul ve yetimlerin dertlerine ortak olmak, ülkenin kültür ve ekonomisine, toplumun da ahlâk ve sağlığına katkıda bulunmak gibi hususlara bağlıdır.

Değerli Müminler!

Ramazan ayını anlamak, ancak orucun farz oluşunun hikmetlerini bilmeye, bu mana derinliğini kavramaya ve onu yaşamaya bağlıdır.

Oruçta kötülüklerin önlenmesi, toplumda sosyal dayanışma ve yardımlaşmanın artması, tutumluluk telkinlerinin fiilen yaşanması ve oruçlunun sıhhat kazanması gibi faydalar bulunmaktadır.

Hem Kur’an hem de hadislerde namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetlerin, toplumsal hayatımızı sarsan yalan, cinayet ve cana kıyma başta olmak üzere bütün kötülükleri önleyeceği ifade edilmektedir. Zira ibadet eden kimseye herhangi bir kötülük işlemesi asla yakışmaz. Gerçekten de ramazan ayında suçların hissedilir bir içimde azaldığı polis raporları ve istatistiklerden anlaşılmaktadır. Sadece bu gerçek bile oruç ibadetinin toplumun huzur ve mutluluğunu sağlayan önemli bir etken olduğunu göstermektedir.

Oruç ibadetinin sürekliliğini sağlamak için bizler de çocuklarımıza ve gençlerimize ramazan ayı geleneğini ve oruç ibadetini benimsetip sevdirmeliyiz. Onların bu ibadetten zevk alıp mutluluk duymalarına yardımcı olmalı ve gerekli ortamı hazırlamalıyız.

Ayrıca, oruç tutanlara saygılı olmanın bir insanlık borcu olduğu anlayışı da toplumumuza milli bir terbiye olarak kazandırılmalıdır.

Her şeyin gönlünüzce olmasını diliyor, ramazan ayınızı kutluyor ve daha nicelerine ulaşmamızı yüce Mevla’dan niyaz ediyorum.

Muhterem Müminler!

Ramazan ayının belli başlı özellikleri oruç ibadetinin bu ayda müminlere farz olması ve insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaran Kur’an-ı Kerim’in bu ayda inmeye başlamasıdır.

Ramazan ayında oruç tutulur. Bu kadar mı?

Elbette ki, hayır.

Zira Yüce Allah, oruç tutanların daha iyi insan olabileceği, davranışlarında, yapıp-etmelerinde Allah’ı göz önünde bulundurup güzellikler sergileyebileceği amacıyla oruç tutmayı farz kıldığını ifade etmektedir.

Oruç ibadetinin ifası ile güzelliklerin timsali olmayı beceren insanın bu güzelliği topluma da yansıyacak, böylece oruç toplumsal bir işlev görmüş olacaktır.

Esasen dinimizin bütün ibadetlerinde bu toplumsal işlev değişik şekillerde vardır. Yeter ki bizler bu ibadetleri hakkıyle ve bilinçli olarak yerine getirebilelim.

Oruç, öncelikle insanı arzu ve isteklerinin esiri olmaktan kurtaran, iradenin de aklın kontrolünde tutulmasına yardımcı olan bir ibadettir.

Oruç tutan insana çok büyük mükafatlar verileceğini haber veren Sevgili Peygamberimiz ﷺ şöyle buyuruyor. “Cennette Reyyan denilen bir kapı vardır ki, kıyamet gününde bu kapıdan sadece oruç tutanlar içeri girebileceklerdir. “Orada Oruçlular nerede? diye” çağrılır. Onlar da kalkıp o kapıdan içerş girerler.” Sonra kapı kapanır ve artık ordan hiç kimse içeri giremez.

Muhterem Müslümanlar!

Sevgili peygamberimiz ﷺ Orucun asıl amacını da şöyle belirtiyor:

“Kim yalan söylemeyi ve yalanla iş yapmayı bırakmazsa, bilsin ki Allah Tealâ, o kimsenin yemesini içmesini terk etmesine, yani oruç tutmasına bir değer vermez.”

Demek ki oruç tutan kimse dürüst olacak ve yalanla işi olmayacak.

Aziz Cemaat!

Oruç, insanda başkalarına yardım etme duygularını da geliştirir.

Açlığı bilmeyenin açın halinden anlaması mümkün değildir. Bu ibadet sayesinde açlığın ne olduğunu kavrayan varlıklı insan, sene boyu aç olanları düşünmeye başlar ve yardım etme ihtiyacı duyar. Zira her insan vicdan sahibidir. Peki böyle bir yardımlaşmaya ihtiyaç yoktur diyebilir miyiz? Diyemiyorsak oruç tutmalıyız ve tutmayı teşvik etmeliyiz. Bilhassa çocuklarımızı buna alıştırmalıyız.

Oruç, insanı sabırlı olmaya da alıştırır. Zira bütün zor işler sabırla başarılır. Oruç gibi bir ibadete sabredebilen kimse, hayatın başka zorluklarına da sabredebilme gücü kazanır.

Oruç, nimetlerin kadrini ve kıymetini de oğretir. İnsan, elindeki nimetin kıymetini elinden çıktıktan sonra fark etmeye başlar. Oruç, insanı belli bir süre de olsa insanı nimetlerden uzak tutmak suretiyle ona bunların kıymetini anlama imkânı sağlar.

Evet Aziz Müminler!

Oruç tutanlar nefsin aşırı derecedeki isteklerini durdurmak ve iradelerine hakim olmak için büyük bir kuvvet kazanırlar. Sonra da Allah’ın emirlerine itaat, yasaklarından kaçınma bilinmesi, polisiye vakaların bu ayda en aza inmesi de yine oruç ibadeti sayesindedir.

Orucum fert ve toplum hayatına pek çok yararlar sağlaması yanında, geçmiş günahların affına da vesiledir.

Nitekim Sevgili Peygamberimiz ﷺ şöyle buyuruyor:

Ramazan ayının faziletine inanarak ve mükafatını umarak oruç tutan kimsenin – kul hakkı hariç – geçmiş bütün günahları bağışlanır.

Kimin günahı yok ki?

Bağışlanmak istemeyen kimse var mı?

O halde, gelin bu ayda orucu gereği gibi ve bilincine vararak tutalım.

Allah orucumuzla birlikte bütün ibadetlerimizi kabul buyursun.

*

سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَىٰ بِعَبْدِهِ لَيْلًا مِّنَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ إِلَى الْمَسْجِدِ الْأَقْصَى الَّذِي بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ آيَاتِنَا ۚ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْبَصِيرُ

(İsra, 1)

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

İslâm dünyasında Kadir gecesinden sonra en önemli gece olarak kutlanan -Miraç gecesi- Osmanlı döneminde minarelerin kandillerle süslemesinden dolayı -Miraç Kandili- diye isimlendirilmiş ve günümüze kadar milletimiz tarafından hep bu isimle kutlanır olmuştur.

Yükselmek anlamı ifade eden Miraç, sevgili Peygamberimizin ﷺ Allah tarafından manen yükseltilerek huzuruna kabul edilmesi ve Yüce makamlara çıkarılması demektir. Bu, Allah’a gönül verenlerin nerelere kadar yükseltilebileceğinin en açık bir ifadesi demektir.

Sevgili Peygamberimiz ﷺ Recep ayının 27. gecesinde Kâbe’de uyuduğu bir sırada Cebrail yanına gelerek Allah’ın yüce katına davet edildiğini haber vermiştir. Peygamberimiz de Cebrail’in rehberliğinde Mekke’deki Mescid-i Haram’dan Küdüs’deki Mescid-i Aksa’ya gelmiştir ki bu husus Kur’an’da İsra suresinin 1. ayetinde yer almaktadır. Mescid-i Aksa’da iki rekât namaz kılan sevgili Peygamberimiz ﷺ oradan da göklere/Yüceliklere/manevî makamlara yükseltilmiş ve arada hiçbir vasıta olmadan Yüce Allah’tan vahiy almıştır. Mucizevî bir olay olan Miraç’ta Peygamberimizin  ayrıcalığı Kur’an’da şöyle ifade edilmiştir.

Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyügünü gördü. (Necm 18)

Böyle sırlarla dolu Yüce makamlara kabul edilen sevgili Peygamberimizden  bize yansıyanlar ise bu gecede farz kılınan beş vakit namaz, dua ve niyaz ifadesi olan ve bu gecede Peygamberimize ﷺ vahyedilen Bakara suresinin son iki ayeti ile Peygamberimizin ﷺ ümmetinden olup Allah’a ortak koşmayanların mutlaka Cennet’e gireceği müjdesidir.

Aziz Müminler!

Sevgili Peygamberimizin ﷺ ulaştığı yüceliklerden kendisine bir pay düşmesini arzu eden kimse önce O’nun ümmeti olmanın bilincini ve onurunu diri tutmalı, sonra da Allah’a herhangi bir şekilde ortak koşmaktan şiddetle sakınmalıdır. Tabii ki farz olan beş vakit namazı da asla ihmal etmemelidir. Bakara suresinin son iki ayetini de içselleştirip iman noktalarına dikkat etmek ve Yüce Allah’a O’nun sözleriyle dua ve niyazda bulunmak da ayrıca önem arz eder. Bu gecenin Müslümanlar tarafından gerçek anlamda kutlanması, ancak bu hususların yeniden değerlendirilmesiyle mümkün olur. Her an düşünülmeye değer olan ilâhî buyruklar böyle kutsal gün ve gecelerde daha fazla düşünülmeli ve gereğinin yerine getirilmesi hususunda ortaya bir irade konmalıdır.

Değerli Müminler!

Bu gece dünyanın birçok yerinde akan kanların durması ve Müslümanların gaflet uykusundan uyanıp sorumluluklarını hatırlaması için herkesin Cenab-ı Hakk’a yalvarması da bir görevdir.

Kültürümüz içinde önemli yer tutan bu ceşit gün ve gecelerin toplumsal barışımız için önemli birer fırsat olduğunu bilmeli ve bunları çocuklarımıza yaşatarak aktarmalıyız. Birer umut olan kandillerimizi yaşatarak umutlarımızın sönmesine engel olmalıyız. Umutsuz yaşayamayacağımıza göre kandilsiz de yaşayamayacağımızı bilmeliyiz.

Bu mübarek Miraç Kandili’nin hepimize kutlu olmasını, yurdumuza, İslâm dünyasına ve bütün insanlığa hayırlar getirmesini ve daha nicelerine huzur, saadet, birlik-beraberlik ve esenlik içinde ulaşmamızı Yüce Mevla cümlemize nasip eylesin.

Aziz Müslümanlar!

Sevgili Peygamberimizi ﷺ tanımayı ve sevmeyi amaçlayan bir Kutlu Doğum Haftasına daha giriyoruz. 14-20 Nisan tarihleri efedimizin doğumunu ifade eden Kutlu Doğum Haftasıdır. Hayırlara vesile olmasını diliyorum.

Hz. Peygamberi sevmeli miyiz?

Tabiî ki sevmeliyiz.

Niçin?

Çünkü: O bizleri seviyor.

Nitekin Yüce Allah, O’nu bizlere tanıtırken bu yanına vurgu yaparak şöyle buyuruyor:

Andolsun size içinizden öyle bir peygamber geldi ki, gayet izzetli ve sereflidir. Sikintiya düsmeniz ona çok agir gelir üstünüze titrer, müminlere gayet merhametli ve sefkatlidir. (Tevbe 128)

Hz. Peygamberi sevmeliyiz.

Cünkü:

Bütün Peygamberler, Allah’ın reddetmeyeceği dua haklarını dünyada iken kullanmış, sevgili Peygamberimiz ﷺ ise reddedilmeyecek bu dua hakkını kıyamet gününde bize şefaat etmek üzere ahîrete saklamıştır.

Hz. Peygamberi sevmeliyiz.

Çünkü:

O bize Allah’ın buyruklarını getirdi,

O bize İslâmiyet’i öğretti,

O doğru yolu bulmamıza yardımcı oldu,

O ibadetin nasıl yapılacağını bize gösterdi ve

O ebedi kurtuluşa ermemize aracı oldu.

Değerli Müslümanlar!

İyi bir mümin Hz. Peygamberi canından da ileri tutmak durumundadır. Zaten Allah da böyle istemektedir. Nitekim o Ahzap suresinin 6. ayetinde şöyle buyuruyor “Müminlerin, Peygamberi kendi canlarından çok sevmeleri gereki”.

Tevbe suresinin 24. ayetinde de şöyle buyrulmaktadır:

Onlara de ki; eger babalariniz, ogullariniz, kardesleriniz, kadinlariniz, akrabalariniz, kabileniz, elde ettiginiz mallar, kesada ugramasindan korktugunuz ticaret, hoslandiginiz evler ve meskenler, size Allah ve Resulünden ve Allah yolunda cihaddan daha sevimli ise, artik Allah’in emri gelinceye kadar bekleyin. Allah böyle fasiklar topluluguna hidayet nasip etmez.

Sevgili Peygamberimiz ﷺ de müminin, O’nu anasından, babasından ve bütün her şeyden daha çok sevmesini istemiştir.

Hem Allah’i hem de Peygamberini evredeki her şeyden daha çok sevmedikçe mümin adını almanın mümkün olmadığını söyleyen de yine sevgili Peygamberimizdir.

Esasen sevgi bağlılık ve itaati gerektirir. O’na bağlanmak ve itaat etmek de Allah’ın bir emridir. Öyleyse O’na bağlanmak ve itaat etmek için önce O’nu sevmek gerekir. Sevemeyen O’na bağlanamaz ve O’na itaat edemez.

Peki, O’nu sevmek bize ne kazandırır?

Hz. Peygamberi sevmek bir mümini cennete götürecek en büyük sermayedir. Nitekim sevgili Peygamberimize ﷺ, Allah ve Peygamber sevgisi dışında kıyamet günü için bir hazırlığı bulunmadığını sevdikleriyle birlikte olacağını müjdelemiştir.

Buhranlar içinde geçen bir dünya hayatından sonra Cennete O’nun yanında olmaktan daha büyük mükâfat ne olabilir ki?

Öyleyse buyurun O’nu gereği gibi sevmeye ve O’na uymaya!

*

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْأَنصَابُ وَالْأَزْلَامُ رِجْسٌ مِّنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

(Maide, 90)

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

Dinimiz, dünyayı iyi ve yaşanır hale getirmek ve insanca bir hayat sürebilmek için çalışıp kazanmayı, Allah’ın verdiği nimetlerden olabildiğince yararlanmayı emir ve tavsiye eder. Ancak çalışıp kazanmanın ilâhî rızaya uygun olması ve kazancın helal yollarla elde edilmesi de dinimizin önemli istekleri arasındadır.

Aziz Müminler!

Kazancın helal olması onun meşru yollardan elde edilmesine bağıldır. Hangi kazanç helal yolla elde edilmiş olur? diye sorulduğunda Sevgili Peygamberimiz ﷺ “Kişinin el emeği ile kazandığı ve kimseyi aldatmaksızın yaptığı ticaret yoluyla elde ettiği kazançtır” cevabını vermiştir.

Değerli Müminler!

Biliyoruzki dinimiz, kazanma prensiplerine aykırı olması, çalışıp üretme yeteneğini köreltmesi ve çalışmadan kazanma arzusunu tetiklemesi gibi pek çok olumusuz sonuçlar doğuran kumarı yasaklamıştır.

Kumar’ın en kötü tarafı hiçbir emek sarf edilmeden kazanmaya zemin hazırlaması ve insani boş hayaller peşine koşturmasıdır.

Kumar’ın yüce kitabımızdaki yeri şöyledir. “Ey İman edenler! Aklı örten şarap ve alkollü içkiler, kumar, dikili taşlar, fal okları ancak, şeytan işi birer pisliktir. Onlardan kacının ki, kurtuluşa eresiniz. Şeytan, içki ve kumarla, ancak aranıza düşmanlık ve kin sokmak; sizi, Allah’ın anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz, değil mi?” (Maide, 90-91)

Aziz Müminler!

Bütün kötü alışkanlıklar gibi kumar da, insanı kendine esir ederek onun üretkenliğini elinden alır, ruh ve beden sağlığını bozar, onu toplumla uyumsuz bir birey haline getirir ve cinayet, hırsızlık ve soygun gibi gayri meşru olmayan davranışlara sevk eder. Bu haliyle kumarın bir çok aile felâketinin temel sebebi olduğunu artık bilmeyen yoktur.

Teknoloji artık kumarı masa başında ve birkaç kişi tarafından oynanır olmaktan çıkarıp; büyük kitlelerin iştirak ettiği sayısız kumar türünü de ortaya koymuştur. Buğün kumar sanal ortamda, rahtlıkla oynanabilmektedir. Bu sebeple, çocuklarımız, gençlerimiz kumarın ve diğer kötü alışkanlıkların pençesine düşme tehlikesi ile her zamankinden daha fazla karşı karşıyadırlar. Öyleyse çocuklarımızın bu konuda koruma ve yönlendirmeye muhtaç oldukları gerçeğini hep göz önünde tutalım. Onların bir hastalığa yakalanmaması için nasıl gerekli önlemleri almaya çalışıyorsak, aynı şekilde onların kumar gibi kötü alışkanlıklara yakalanmamaları için de her türlü tedbiri alalım ve Yüce Rabbimizin: „Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayanan ticaret dışında, birbirinizin mallarını haksızlıkla yemeyin” (Nisa, 29) ayetini her an göz önünde bulunduralım.

*

وَالَّذِينَ إِذَا أَنفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَقْتُرُوا وَكَانَ بَيْنَ ذَٰلِكَ قَوَامًا

(Furkan 67)

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

Dinimizin huzurlu bir hayat için benimsediği prensiplerden birisi de iktisat ve itidaldir. İktisat ve itidal, yeme-içme, harcama, konuşma ve benzeri bütün işlerde ölçülü olmak demektir. Bunun zıddı israftır. İsraf ise dinimizce haramdır. İsraf, ihtiyaç sınırını aşmak, aşırı harcamalarda ve ölçüsüz davranışlarda bulunmak demektir. Nitekim Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de olgun müminlerin sıfatlarını sayarken, onların daima ölçülü olduklarını, israfçı olmadıklarını vurgulamakta ve şöyle buyurmaktadır: “Onlar ki, harcadıklarında ne israf ederler ne de cimrilik. İkisi arasında, orta bir yol tutarlar.” (Furkan 67)

Değerli Müsülmanlar!

Bizler toplum olarak ne yazık ki çok israfçı davranıyoruz. Çöpe atılan ekmeklerden tutun da kamu malları, tabii kaynaklar, elektrik, su ve zaman gibi sayısız değerlerimizi hep israf ediyoruz. Hâlbuki yeryüzünde hiçbir kaynak ve imkan sonsuz değildir. Günümüzde bunların değeri daha da artmıştır. Çünkü azalan kaynaklar daha çok değer kazanırlar. Değerli şeyler ise rastgele sarf edilmezler, edilmemelidirler.

Aziz Müminler!

Allah’ın bahşettiği maddi imkânların israf edilmesi büyük bir verbal olduğu gibi, pek çok yuvanın dağılmasına ve ülkenin ekonomik açıdan zayıflamasına da sebep olmaktadır. Bunun için şahsi harcamalarımızda ölçülü olmak, ülke kaynaklarını dikkatli kullanmak, verimli alanlarda değerlendirmek dini ve milli bir görevdir. Yarınlarımızın huzur ve rahatı için fert ve millet olarak iktisatlı davranmak ve israfa sapmamak zorundayız. Çünkü israf, Yüce Allah’ın verdiği nimetlere karşı bir nankörlük ve saygısızlıktır. İktisalı olmak ise, o nimetlere gösterilen fiili bir saygı ve şükürdür.

Değerli Müminler!

Yüce Allah’ın ezeli ifadesi bizim hep rehberimiz olursa kazançlı çıkan yine bizler oluruz unutmayalım. “Malını israf ile saçıp savurma. Zira saçıp savuranlar, şeytanın dostları, kardeşleridir. Şeytan ise Rabb’ine karşı çok nankördür.” (İsrâ, 26, 27).

*

اقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ * خَلَقَ الْإِنسَانَ مِنْ عَلَقٍ * اقْرَأْ وَرَبُّكَ الْأَكْرَمُ * الَّذِي عَلَّمَ بِالْقَلَمِ* عَلَّمَ الْإِنسَانَ مَا لَمْ يَعْلَمْ

(Alak, 1-5)

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

Biginin sayısız faydaları yanında, karşıtı olan cehaletin sayısız zararları olması son derece doğaldır.

Bilgi güç ve kuvvet olduğuna göre, bilgisizlik de zayıflık ve güçsüzlük demektir.

Bigi edinmeyi ve sürekli öğrenmeyi her şeyin üstünde tutan Islâm’ın peygamberi, bilgisizliğin toplumsal zararlarına şöyle parmak basmaktadır.

Allah, ilmi size ihsan ettikten sonra onu hafızanızdan zorla söküp almaz. Fakat toplumdaki bilgilileri, zamanı geldiğinde bilgileriyle birlikte alır da toplumda cahiller kalır. O zaman da insanlar, bunlurdan özellikle dini ihtiyaçlarını sorarlar, onlar da şahsi görüşleriyle bilgiye dayanmadan cevap verirler ve böylece hem insanları saptırırlar hem de kendileri sapıklıkta kalırlar.

Değerli Müslümanlar!

Günümüzde çoğunluğun en rahat konuştuğu şeyin din olduğunu düşünürsek, sevgili Peygamberimizin ﷺ ne demek istediğini daha iyi anlarız.

Çorba yapmayı, mesleği olmadığı için tarif etmeye cesaret edemeyen nice insan, mesleği olmadığı halde dinden ahkâm kesmekte bir sakınca görmemektedir. Bu durun da hem bilenlerin değerini düşürüyor, hem de öğrenmek isteyenlerin istek ve heyecanını. Sonuç itibariyle de bunun zararına bütün toplum birlikte katlanıyor.

Eğer böyle olmasaydı, dinidir diye anlatılan nice akıl ve bilim dışı şeyler toplumun gündeminde olabilirmiydi?

Veya bu akıl ve bilim dışı şeylere karşı çıkmak uğruna muazzez dini toptan inkâr söz konusu olurmuydu?

Elbetteki hayır.

Zira, dinde akıl veya bilim dışı tek bir şey bile bulmak mümkün değildir. Esasen din, akla ve bilime ışık tutan ve yol gösteren bir yardımcı olduğu gibi, akıl ve bilim olmadan dinin anlaşılamayacağını da peşinen kabul eder.

Şimdi soralım kendi kendimize.

Fala baktırmak, ruh çağırmak, günleri, sayıları uğursuz saymak, iki bayram arası nikâhı makbul saymamak. Salı günü yola çıkamamak, Cuma günü iş tutmamak, türbelere adak adamak, mum yakmak, ağaçlara çaput bağlamak, eve, arabaya at nalı, inek boynuzu takmak, dünyanın mümine zindan olduğuna inanmak ve benzeri şeylerin neresinde İslâmiyet vardır?

Veya bunların bir tekini bile dini bilen birisinden duyan var mıdır?

Hz. Adem ile Havanın nikahını kimin kıydığı, Hz. İbrahım’in kestiği eti kimin yediği, Edison’un Cennete mi Cehenneme mi gideceği, Veysel Karani’nin evli mi bekâr mı olduğu, Hz. Adem’in Havva ile nerede buluştuğu, Hz. Nuh’un gemisinin kaç metre olduğu, Ashab-ı Kehf’in köpeğinin rengi ve adı ve benzeri şeyler asla dinin ve dindarlığın konusu değildir.

Bunu kavrayabilmek için dini erbabından okumalı ve tanımalı, bilgiye ve bilgi sahibine de değer verilmelidir.

Bizler de bilgi ve öğrenme yolunda olanları el üstünde tutmalı ve bu uğurda teşvikçi olmalıyız.

Bilgi kirlenmesinin önüne ancak böyle geçilebilir. Ama toplumun huzuru da sadece buna bağlıdır, unutmayalım.

Aziz Müslümanlar!

Yapılan hıçbir iyilik veya kötülük karşılıklsız kalmaz. Biz Müslümanlar, bu dünyanın bir imtihan yeri olduğuna inanırız. Kısa bir misafirliğin ardından her gün binlerce insanı yolcu ettiğimiz ebediyet yurduna bizler de gideceğiz. Orada herkesin dünyada yaptıklarından ya da yapmadıklarından dolayı hesaba çekileceğinden de hiç şüphemiz yoktur. Cenab-ı Hak Necm Suresinin 31’nci ayetinde şöyle buyurmaktadır: “Göklerdeki her şey, yerdeki her şey Allah’ındır. Bu, kötülük edenleri yaptıklarıyla cezalandırması, iyilik edenleri de daha güzeliyle mükafatlandırması için böyledir.”

Değerli Müminler!

Yüce Allah, kıyamet gününü mükâfatlandırma ve cezalandırma günü olarak tayin ettiğini Enbiya Suresinin 47’nci ayetinde şöyle beyan etmektedir. “Biz Kıyamet günü için adalet terazileri kuracağız. Öyleki hıçbir kimseye zerre kadar zulmedilmeyecek yapılan iş bir hardal tanesi ağırlığında da olsa onu getirip ortaya koyacağız. Hesap görücü olarak biz yeteriz.”

Ayrıca insanın dünyada yaptıklarına kendi bedeni şahitlik edecektir.

Bu hususta Nur Suresinin 24’ncü ayetinde şöylece açıklanmaktadır. “İşlemiş oldukları günahtan dolayı dillerinin, ellerinin, ayaklarının kendi aleyhlerine şahitlik edecekleri günde, onlara çok büyük bir azap vardır.”

Aziz Müminler!

Yüce Allah, ilahi mahkemenin kurulacağı günü Kur’an’ı Kerim’de şöyle haber vermektedir: O gün insanlar, amellerinin karsiligi kendilerine gösterilmek üzere bölük bölük çikacaklardir * Her kim zerre kadar hayir islemisse onu görecektir * Her kim, zerre kadar ser islemisse onu görecektir. (Zilzal, 6-8)

Sevgili Peygamberimiz ﷺ de “Kıyamet günü’nde Adem oğlu, şu beş şeyden sorguya çekilmedikçe yerinden ayrılamaz; Ömrünü nerede harcadığından, gençliğini nerelerde yıprattığından, malını nereden kazandığından, nerelere sarf ettiğinden, bildiği ile ne ölçüde yaşadığından”.

Öyleyse değerli müminler, hesabını vermekte güçlük çekeceğimiz davranışlardan uzak duralım ve hesabını kolayca vereceğimiz iş ve davranışlara yoğunlaşalım.

*

وَلَنَبْلُوَنَّكُم بِشَيْءٍ مِّنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِّنَ الْأَمْوَالِ وَالْأَنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ ۗ وَبَشِّرِ الصَّابِرِينَ

(Bakara, 155)

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

Yüce yaratıcıyı tanımak ve O’nun uygun gördügü şekilde hayat sürdürmek üzere yaratılan insanın dünyaya gelmesi de, dünyadan ayrılması da kendi iradesi dışındadır. Yani insanın bu hususta seçme yeteneği yoktur.

İslâm dini, inancı, rengi, ırkı sosyal konumu ne olursa olsun her insanın hayatını dokunulmaz olarak kabul edip insan hayatına yönelik her türlü saldırı ve tehlikeyi en etkili bir şekilde önlemeye çalişir. Savaş ve benzeri toplumsal zorunluluklar dışında insanların yaşama hakkına müdahale etmeyi asla onaylamaz. Bu cümleden olarak İslâm dini, insana, yaşama hakkını kendi eliyle yok etmek demek olan intihar hakkını da asla vermez. Tam tersine bu eylemi en büyük günahlardan sayar ve inancı ile ahlâki davranışları hangi ölçüde olursa olsun intihar eden kimsenin bu eylemi nedeniyle ahirette büyük bir cezaya çarptırılacağını bildirir.

Değerli Müminler!

İslâm dininin istediği mümin, sıkıntılara göğüs geren, acı ve kederlere sabır gösteren, şartlar ne kadar kötü olursa olsun Allah’a olan inanç ve güvenini asla yitirmeyen kimsedir. Üstelik bu yolda gösterilen sabır ve verilen mücadelenin de Allah’ın katında büyük sevabı vardır. Hayatta karşılaşılan sıkıntı ve problemlerin birer deneme aracı olduğu, bunlara sabır ve metane gösterildiği takdirde iyi Müsülman olunabileceği de Kur’anda sıkça hatırlatılır.

İnsanın hayatını sürdürebilecek kadar yeme ve içmesi dinen farz olup bundan kaçınmayı -ölüm orucu- dinimiz intihar olarak kabul etmektedir. Zira ölüme yol açabilecek bir açlık tehlikesi halinde dinimiz, haran olarak bildirmiş olduğu gıdaların yenilmesine dahi izin vermiştir. Bundan amaç, insanın hayatının korunmasıdır.

Kişinin içinde bulunduğu halden veya hastalıktan kurtulmak için ölümü istemesi de dinen haramdır.

Buna rağmen intihar eden kimsenin cenazesi diğer insanların cenazesi gibi işlem görür, yani yıkanır, kefenlenir ve namazı kılınır. Bu eyleminden dolayı Cenab-ı Hak’tan bağış niyazında bulunulur. Dünyadakilerin intihar edene uygulayacağı bir müeyyide yoktur. İşlediği büyük günah hakkında diğer herkesin günahları gibi karar ve hüküm verme yetkisi sadece ve sadece Allah’a aittir.

Aziz Müminler!

İslâm bilinç ve inancının zayıfladığı, İslâm’ın insanla ve dünya hayatıyla ilgili mesajın iyi algılanamadığı kesimlerde, cinsel bunalım, aşk, ihanet, yoksulluk, işsizlik, sakatlık, yakınını kaybetme gibi olaylar, insanların yıkılmasına, hayata küsmesine ve sonuçta intiharlara yol açtığı ğörülmektedir.

Dinimizin yasakladığı içki ve uyuşturucu bağımlılığı dayine intiharlar için uygun bir ortam oluşturmaktadır.

Hayatın insanlar arası ilişkilerin acımasız bir çıkar kavgasına dönüştüğü, dinin insanı yönlendirme ve eğitme gücünün iyice zayıflandığı, çoğu zaman da insanı hayata bağlayan değer ve gayelerin anlamını yitirdiği özellikle batı toplumlarında intihar oranı Müsülman toplumlara göre yüksek olması da dinimizin bu husustaki gücüne bir işaret olsa gerektir.

Batıda intiharların bilgisiz halk kesimlerinden, çok entelektüel çevrede daha fazla görülmesi, konunun eğitim ve kültürden ziyade inançla ilgili olduğu da bir gerçektir.

Demek ki, güzel bir hayat sürebilmek için de bize dindarlık gerekiyor.

*

وَمَا مُحَمَّدٌ إِلَّا رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِ الرُّسُلُ ۚ أَفَإِن مَّاتَ أَوْ قُتِلَ انقَلَبْتُمْ عَلَىٰ أَعْقَابِكُمْ ۚ

وَمَن يَنقَلِبْ عَلَىٰ عَقِبَيْهِ فَلَن يَضُرَّ اللَّهَ شَيْئًا ۗ وَسَيَجْزِي اللَّهُ الشَّاكِرِينَ

(Al-i İmran, 144)

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

Allah’a karşı edep ve saygının bir ifadesi olan şükür, verdiği sayısız nimetlere karşılık olarak insanın Allah’a minnettarlık duyması ve bunu hem söylem hem de eylemleriyle ortaya koyması demektir. Kur’an birçok ayette Allah’a şükreden, yani elindeki maddi ve manevi değer ve kazanımların hepsini Allah’ın bir ikramı olarak bilen, bundan dolayı da Allah’a her an minnettarlık duyması gerektiğinin bilincinde olarak O’nu hep hamd ile anan ve kendisine verilmiş olan nimetleri gerektiğinde başkalarıyla paylaşabilen insanları över.

Değerli Müminler!

Dinimize gore şükür, bir emir ve bir kulluk görevidir. Şükür, nimeti verene bu ikramından dolayı teşekkür etmek demektir. Tabii ki bu teşekkürün kuru bir sözden ibaret olarak kalmaması, eldeki nimetlerin gerçek sahibinin Allah olduğuna gönülden inanılması ve onların Allah’ın rızasına uygun bir şekilde kullanılması gerekir.

Şükür bir nimetin karşılığı olduğuna göreher nimetin kendine uygun bir şükrü var demektir. Bundan dolayıdır ki dini kaynaklarda aklın, kalbin, dilin, bedenin ve ilmin şükründen söz edilmektedir.

Aklın şükrü Allah’ı tanımak ve bilmek, kalbin şükrü, onu Allah’a ortak koşma belirtilerinden temizlemek, dilin şükrü, Allah’ı hamd, tesbih, takdis, tenzih ve bolca anmak, bedenin şükrü, Allah’a ibadet etmek, ilmin şükrü de onu insanlığın yararına kullanmaktır.

Değerli Müslümanlar!

Kur’an, bir taraftan yapılan şükrün insanın kendi yararına olduğunu nankörlügün/şükretmemenin ise Allah’a hiçbir zarar vermeyeceğini ifade ederken diğer tarftan da “ve hatirlayin ki Rabbiniz size söyle bildirmisti: Yüceligim hakki için sükrederseniz elbette size (nimetimi) artiririm ve eger nankörlük ederseniz hiç süphesiz azabim çok siddetlidir” (İbrahim, 7); diyerek şükretmemenin insanı azaba sürükleyeceğini bildirmektedir.

Şükür, Allah’a karşı yapılması gereken bir davranış olduğu gibi insanların birbirlerine karşı minnettarlık duygularını belirtmek için de yapılması gereken bir davranıştır. Nitekim sevgili Peygamberimiz ﷺ “İnsanlara teşekkür etmesini bilmeyen kimse Allah’a da şükretmez”. ”İnsanlar Allah’a ne kadar şükrederlerse, insanlar da o kadar şükrederler” buyurmaktadır. Buna göre Allah’a şükür ile insanlara teşekkür arasında bir paralellik olduğunu söyleyebiliriz. Bunca nimetine karşı Allah’a şükretmeyi beceremeyen kimsenin insanların az ve küçük denebilecek bir iyiliği karşısında teşekkürü nasıl becersin?

Aziz Müminler!

Dinimize göre azaptan kurtulmak için iki önemli şart vardır. Bunlardan biri iman diğeri de şükürdür. Nitekim Yüce Allah Nisa Suresinin 147. ayetinde „Eger sükreder ve iman ederseniz Allah size azabi ne yapar? Allah, sükredenlerin mükafatini veren ve her seyi bilendir.”, buyurak şükrün de iman gibi bir kurtuluş vesilesi olduğunu bildirmiştir.

Öyleyse iman etmeye önem verdiğimiz gibi şükretmeye de önem verelim ve şükrümüzü gerektiği şekilde yerine getirmeye gayret edelim.

Aziz Müslümanlar!

Güvenmek, dayanmak, işi başkasına havale etmek gibi anlamlara gelen -tevekkül- dini bir terim olarak da “Meşru bir hedefe ulaşabilmek için elden gelen bütün tüm çabayı harcadıktan sonra Allah’a dayanıp güvenmek ve işin sonuçlandırılması işini O’na bırakmak” demektir. Tevekkül kelimesi Kur’an da 70 ayette geçer. Bu ayetlerde Allah’a sığınmanın, O’na güvenip dayanmanın ve ona bağlanmanın gerekli olduğu vurgulanmış, bunun da imanın bir gereği ve Allah’a teslimiyetin doğal bir sonucu olduğu bildirilmiştir. Ali İmran suresinin 159. ayetinde de herhangi bir işe karar verilirse ancak bütün sebeplere başvurulduktan sonra tevekkülün söz konusu olabileceği ifade edilmiştir.

Bu anlamdaki bir tevekkül Kur’an’da „Ve onu ummadigi yerden riziklandirir. Kim Allah’a güvenirse O, ona yeter. Allah, emrini yerine getirendir. Allah her sey için bir ölçü koymustur.” (Talak, 3); „Allah, kuluna kâfi degil midir? Durmuslar da seni O’ndan baskalariyla korkutuyorlar. Her kimi ki Allah sasirtirsa, artik ona hidayet edecek yoktur.” (Zümer, 36) şeklinde ifadelendirilmiştir.

Ayrıca, Nahl suresinin 99. ayetinde de  “Süphesiz ki iman edip de Rablerine tevekkül edenler üzerinde o seytanin hiçbir nüfuzu yoktur.” buyrularak şeytanın insanlara karşı kullanmak istediği güç ve kuvvetin, onların iman ve tevekküleri sayesinde sonuçsuz kalacaği ifade edilmiştir.

Aziz Müminler!

Tevekkül kavramı zaman içinde Kur’an daki anlamını kaybederek en çok istismara uğrayan bir kavram haline gelmiştir. Tevekkül günümüzde de ne yazık ki, asıl anlamının dışına çekilerek oldukça yaygın bir biçimde, kişinin kendi sorumluluğunu Allah’ın üzerine yıkmasının, tembelliğin ve hareketsizliğin meşrulaştırılmasının bir aracı olarak kullanılmaktadır. Oysa tevekkül hiçbir zaman uyuşukluk ve hareketsizliğin bir mazereti değil, tam aksine bütün güçlüklerine rağmen işlerimizi Yüce Allah’a olan samimi güven ve imanımızın bir göstergesidir. Tevekkül, sevgili Peygamberimizin ﷺ hadislerinde de “Önce deveni bağla sonra Allah’a tevekkül et” şeklinde formüle edilmiştir.

Kur’an, hadis ve bu iki kaynağı en iyi şekilde anlayan nesil olan ashâbın hayatı incelendiği zaman da görülür ki tevekkül, hareket ve faaliyeti terk etmek değil, aksine öncelikle kişinin kendisine verilen seçme hürriyeti ve iradesini kulluandıktan sonra ilâhî iradeye sığınması ve O’na bağlanması demektir. Böyle anlaşılmayan bir tevekkülü ise İslâm diniyle bağdaştırmak asla doğru değildir.

Öyleyse değerli Müminler!

Bizler de dikkatli olmalı ve tevekkülü doğru bir şekilde anlamalı ve anlatmalıyız. Başarısızlıklarımızı da asla yüce dinimize fatura etmemeliyiz.

Muhterem Müslümanlar!

Günümüz insanı sosyal bütünleşme husunda sorunlar yaşamaktadir. Özellikle hızlı sosyal değişim yaşayan toplumlarda sosyal bütünleşme sorunu daha da öne çıkmaktadır. Bu durum da dinin toplumsal bütünleşmeyi sağlayıcı rolünün önemini artımaktadır.

Her dinin, uyanlarınca paylaşılan ortak bir tutumu, bir dünya görüşünü ve bir hayat anlayışını beraberinde getirdiği artık bilinen bir husustur. Hemen bütün dinlerde dinî görevlerin kolektif bir bilinç oluşturduğunu da biliyoruz. Bu kolektif bilinç de bir taraftan bireyselciliğin zararlarını en aza indirirken diğer taraftan dayanışma ve bağlılık duygularını geliştirmektedir. Sosyologlara göre ibadet olmadan, yani dinin pratiğe yansıması olmadan varlığını, sürdürebilmesi mümkün değildir. Bu duruma göre ibadetler hem dinin varlığını ayakta tutmakta hem de insanlar arasında birlik şuuru uyandırmaktadır. Çağdaş insanın duygusal gerginliğinin temel konularından birisi kalabalıklar içinde yapayalnız olma durumudur. İbadetler kişiyi Allah’a olduğu kadar diğer insanlara da yakınlaştırmakta ve onu bu yapayalnızlık duygularından kurtarmaktadır.

Muhterem Müminler!

En son ve en mükemmel din olan İslâm dininin ibadetleri de toplumsal bütünleşmede en büyük role sahiptir. Zekât ve sadaka gibi malî ibadetler ile hem malî hem de bedenî ibadet olan hac ve cemaatle kılınan namazlar birleşme ve bütünleşmenin en canlı tablolarıdır. Meselâ, İslâm’ın temel ibadetlerinden biri olan namaz, cemaat/toplu olarak kılındığı zaman aynı saftaki Müslüman’ı sosyal ve siyasî eşitliğe, evrenselliğe, kardeşliğe, kardeşleriyle ilgilenmeye ve onları desteklemeye hazırlar.

Bir hayat ve disiplin programı olan namaz ayrıca zamanı bölümlere ayırarak Müslüman’ı sağlıklı bir iş bölümü yapmaya teşvik eder. Sabah’ın erken saatlerinde namaz kılmak için uyanan kimsenin namazdan sonra yatmayarak hayat serüvenine erken başlama imkânı bulur. İslâm dininin topluluğu en büyük olan hac ibadeti ise sosyal bütünleşmenin de en büyük aracıdır. Hiç şüphesiz bütün bunlar sosyal bütünleşmeyi sağlarken insanların yalnızlığına da çare olmaktadır. Ancak dinin dışavurumu olan ibadetlerin ihmal edilmemesi esastır. Bizi en iyi bilen bizi yaratan olduğuna göre O’nun gösterdiği yolu takip etmek ve kulluk bilinciyle yaşamak bizim için en doğru yoldur.

Mutluluğumuzun buna bağlı olduğunu da asla göz ardı etmemeliyiz.

*

وَنَزَعْنَا مَا فِي صُدُورِهِم مِّنْ غِلٍّ تَجْرِي مِن تَحْتِهِمُ الْأَنْهَارُ ۖ وَقَالُوا الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي هَدَانَا لِهَٰذَا وَمَا كُنَّا لِنَهْتَدِيَ لَوْلَا

أَنْ هَدَانَا اللَّهُ لَقَدْ جَاءَتْ رُسُلُ رَبِّنَا بِالْحَقِّ ۖ وَنُودُوا أَن تِلْكُمُ الْجَنَّةُ أُورِثْتُمُوهَا بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ

(Araf 43)

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

Üç aylar, kameri Recep, Şaban ve Ramazan aylarını ifade eder. Regaip, Miraç, Berat ve Kadir gecesi gibi  Mübarek geceleri içinde barındıran bu ayların Müslüman’ın manevî hayatında çok özel bir yeri vardır. Recep ayının ilk Perşembe gününü Cuma gününe bağlayan gece “Regaip” gecesidir.

Hepimize mübarek olsun.

Değerli Müminler!

Bu ayları Müslümanlar; özel olarak Cenab-ı Hakk’a yönelip tövbe ve istiğfarda, dua ve niyazda bulunarak ibadetlerle değerlendirirler. Yüce Allah; Cennet nimetlerinin:

De ki, size, o istediklerinizden daha hayirlisini haber vereyim mi? Korunan kullar için Rablerinin yaninda cennetler var ki, altlarindan irmaklar akar, içlerinde ebedî kalmak üzere onlara, hem tertemiz esler var, hem de Allah’dan bir riza vardir. Allah, o kullari görür. * Onlar ki, „Ey Rabbimiz! Biz inandik, iman getirdik, artik bizim suçlarimizi bagisla ve bizi ates azabindan koru!” derler. (Al-i İmran, 16-17) için olduğunu bildirmektedir.

Sevgili Peygamberimiz ﷺ de “Gecede duanın kabul olacaği bir saat vardır ki; herhangi bir Müslüman, ona rastlar da dünya ve ahirete dair Allah’tan hayır dilerse, muhakkak Allah dileğini yerine getirir” buyurmaktadır.

Aziz Müminler!

Kur’an-ı Kerim’in indiği ve oruç ibadetinin tahsis edildiği bir ay olan Ramazan ayının da bu aylar arasında olması, üç ayları diğer aylardan farklı kılmıştır. Müslüman, bu aylarda; kendisine çeki düzen vermeli, geçmişinin bir muhasebesini yaparak geleceğe daha gayretli olarak hazırlanmalıdır. Böyle yapıldığı takdirde ancak bu kutlu aylar değerlendirilmiş ve manevi feyzinden yararlanılmış olur. Üç aylar, kötülüklerden uzaklaşmanın yoğunluk kazandığı; iyilik, hayır ve duaların arttığı; yardımlaşma hissinin canlandığı; gönülleri ferahlatan Ramazan-ı Şerifin de içinde bulunduğu bir iklimdir. Bu aylarda yapılan duaların kabul edileceği umulur. Öyleyse bizler de bu aylarda kendimize bir çekidüzen vermeli ve hayatımızın sonuna kadar sürdüreceğimiz bir ibadet anlayışı ile dopdolu olmaya gayret etmeliyiz.

Yüce Allah bu üç ayları içindeki kutlu geceleri hepimizin hayrına vesile kılsın.

Aziz Müslümanlar!

Yüce Allah’ın Cennet diye nitelendirdiği mutluluk yurduna hak kazanan müminlerin kalplerinden kin duygusunu söküp atacağını bildirmesi mutlu bir dünya için kalbimizde kine yer bırakmamamızı gerektirir. Ayrıca, Yüce Allah: Orada kalblerinde bulunan kini çikarip atariz. Onlarin altlarindan irmaklar akar. „Bizi buna erdiren Allah’a hamdolsun. Eger Allah bizi dogru yola sevk etmeseydi biz dogru yola erisemezdik. Süphesiz Rabbimizin peygamberleri bize gerçegi getirmisler.” derler. Onlara söyle seslenilir: „Iste size cennet! Yaptiklariniza karsilik buna varis oldunuz” (Araf 43); diye dua etmemizi de istemektedir. Bunun da bizler için bir anlamı olsa gerektir.

Değerli Müslümanlar!

Sevgi dolu olabilmek için hiç kimseye ve hiçbir şeye nefret beslememek gerekir. Duygularında nefrete yer veren kimse onu ne zaman ve kime karşı kullanacağını kestiremeyebilir, o zaman da gerçekten sevmesi gerekenden de nefret etmesi söz konusu olabilir. O halde, yapılacak ilk şey, nefreti duygularımızdan ve dünyamızdan çıkarmak olmalıdır. Affetmek ve bağışlamak bir güçlülük belirtisidir. Unutmamalıyız ki, sıkılmış yumrukla dostluk belirtisi olan tokalaşmayı sağlayamayız. Bu bakımdan elimiz her zaman, herkese ve her yönlü açık olmak durumundadır. Dinimizin bizden istediği budur.

Yine unutmamalıyız ki, insani ilişkiler sevgi bittiği için değil kin duymaya ve nefret etmeye son verdiğimiz için biter.

Değerli Müminler!

Barış ve kardeşlik için kalplerdeki kinlerin mutlaka temizlenmesi gerektiğine işaretle Yüce Allah Hicr suresinin 47. ayetinde de şöyle buyurmaktadir: Biz o cennetliklerin kalblerindeki kinleri çikarir atariz. Hepsi kardesler olarak sevinç içinde karsilikli koltuklara otururlar.

Sevgili Peygamberimiz ﷺ de şöyle buyuruyor:

„Müslüman Müslüman’ın kardeşidir, ona kin tutmaz.”

Gönlünde insanlara karşı kin ve haset taşımayan kimse faziletli ve üstün bir kimsedir.

Haset gibi kin duygusu da insanın dinine/dindarlığına zarar veren bir hastalıktır. Dünyadan silinip giden eski toplumlar da bu hastalığa tutulmuşlardır.

Aziz Müminler!

Kin tutmamak için kusursuz birini arayan kimse, önce kendine bakmalı, eğer kendisi kusursuz değilse – ki değildir – bir başkasında da kusursuzluk aramamalı, onu kusurları ile kabullenmeli ve kusurundan dolayı onu bağışlamalıdır. Zira sevgili Peygamberimiz ﷺ: Bir Müslüman, din kardeşinin bir ayıbını, kusurunu örter/bağışlayacaktır” buyurmaktadır. Onun sözü bizim için hem bir garanti hem de uyulması gereken bir kuraldır, unutmayalım.

Bizim dinimizin esası sevgi, imanımızın ölçüsü de sevgidir.

Zira Sevgili Peygamberimiz ﷺ “Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş sayılmazsınız” buyurmaktadır. Yani sevgisiz hayat olmadığı gibi, sevgisiz iman da olmaz. Bunu da en fazla Müslümanların dikkate alması gerekir.

Muhterem Müminler!

Allah’tan istemek anlamına gelen dua, Allah’ın hoşnutluğuna bir vesiledir. Nitekim sevgili Peygamberimiz ﷺ “Allah Tealâdan, O’nun lütfunu isteyin. Çünkü Allah Tealâ, kendisinden istenmesini sever” buyurmaktadır.

Allah’tan istemeyen, dua ve ibadet etmeyen kimse de kendisinin yaratıcıya ihtiyacı olmadığı vehmine kapılan kimsedir. Bu durumdaki kimse kul olduğunu zamanla unutup hatta Firavun örneğindeki gibi ilâh olduğuna inanmaya başlar. Bu ise insanın felâketi demektir.

Dua eden kimse aciz olduğunu, yaratıcısının yardımına muhtaç olduğunu ve kendisini hiç kimseden üstün görmemesi gerektiğini anlayan kimsedir.

Peki, nasıl ve ne zaman etmeliyiz?

Dua için özel  bir yer zaman olmamakla beraber, yılın özel günleri olan arefe günleri ile cuma günleri, ayların özeli olan Ramazan ayı ve her günün seher vakitleri gibi zamanlar dua için birer fırsattır. Ayrıca, cami, mescit, Ka’be, Arafat, Mina, Müzdelife ve Peygamber mescidi gibi özel yerler de duaya değer katan mekânlardır.

Yağmur yağarken, ezan ile kamet arasında, namazların bitiminde ve secde anında dua ve niyazda bulunmak da bir fırsatı değerlendirmek demektir.

Yüce Allah, dua ile ilgili olarak şöyle buyurmaktadır.

Ve, Rablerine dönecekleri için yapmakta olduklari isleri kalpleri titreyerek yapanlar; (Mümin, 60)

Sayet kullarim, sana benden sordularsa, gerçekten ben çok yakinimdir. Bana dua edince, duacinin duasini kabul ederim. O halde onlar da benim davetime kossunlar ve bana hakkiyla iman etsinler ki, dogru yola gidebilsinler. (Bakara, 186)

Muhterem Müslümanlar!

Duada aslolan, olmasını Allah’tan istediğimiz şey için bize düşen bir görev varsa onu mutlaka yerine getirmemizdir. Zira tarlamıza ürün vermesi için hiçbir gayret sarfetmeden Allah’a dua etmemizin bir anlamı olmaz. Hatta bu, Allah’ı anlamamak demek olur. Biz tarlaya tohumu usulünce ekecek, gereken bakım ve ihtimamı göstereceğiz, sonra da, sel, kuraklık yangın gibi her hangi bir afete uğramaması için Allah’a duada bulunacağız. İşte dua, o zaman dua olur.

Cenab-ı Hak, hepimizi dua edenlerden ve duası kabul olanlardan eylesin.

*

إِلَّا مَن تَابَ وَآمَنَ وَعَمِلَ عَمَلًا صَالِحًا فَأُولَٰئِكَ يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ ۗ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَّحِيمًا

(Furkan 70)

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

Sözlükte suç anlamına gelen günah, dini bir mahiyet arz eden bir kavramdır. Mistik anlamıyla günah, ruhun mükemmele doğru gelişimini engelleyen veya geciktiren davranış ve alışkanlıkları ifade eder. Günahkârlık da böyle bir davranışta bulunduktan sonra hissedilen suçluluk duygusudur.

Tövbe ise, bu duyguyu hafifletme veya ondan tamamen sıyrılma mekanizmasıdır.

Günah yalnızca dini değil, aynı zamanda psikolojik bir kavramdır.

İnsan, yaratılışı itibarıyla günahın ana faktörünü oluşturan bazı aşağı arzulara sahiptir. Bu arzuların bizzat kendileri günah niteliği rezilet veya fazilet sayılacak noktaya getirmesidir. Esasen insanı hayvandan ayıran en önemli özelik de budur.

Değerli Müminler!

İnsanı günaha sevk eden hem iç hem de dış sebepler vardır. Kişi gerek özel yaşantısında gerekse sosyal hayatta bazı ahlâki-dini kısıtlama ve emirlere var olan dürtülerini bastırarak ve onlara hakim olarak uyacağını temelde kabul eder. Fakat insan bu olumsuz dürtülere her zaman karşı koyamayıp boyun eğelibir. Hisler, ihtiraslar ve çevre etkenleri onun aklına galip gelebilir. Mesela bir alkolik, içkinin kendisine zarar verdiğini aklı ile bilir ama iradesi onu engelleyemez. Bu durumda aklının iyi dediği şeyi yapamadığı için ruh dünyasında sıkıntılar belirir. Bu da insanda suçluluk psikolojisi meydana getirir ki, bundan kurtulmak için bir şey yapmak gerekir, işte o tövbedir.

Bütün İlahı dinler ve özellikle bizim dinimiz kişiye suçluluk ve günahkârlık duygusundan kurtulmanın yolunu hep göstermiş ve ona tövbe etme imkânını sunmuştur.

Günahkâr olduğu duygusuna kapılan kimse eğer tövbe yolunu tercih etmez veya tövbe sonucunda suçluluk duygusunun hafiflediğini hissetmezse psikolojik rahatsızlıklara maruz kalır.

İslâm dini, günahlar için tövbe kapısının hep açık olduğunu ve insanın doğrudan Allah’la irtibat kurmasının gerektiğini ısrarla vurgular.

Zira: Allah, tövbeleri çok kabul eden ve merhameti de en çok olandır.

Öyleyse, değerli müminler aklımızın doğru dediğini yapmaya özen göstermeli, şayet olumsuzluk arz eden dürtülerimize boyun eğme durumunda kalırsak, Cenab-ı Hakkın engin bağışlayıcılığına güvenerek tövbe etmeliyiz ki, psikolojik ve ruhi bir hastalığa düşmekten uzak kalabilelim.

Bilelim ki hayat güzeldir, onu güzelce yaşamak ise ondan da güzeldir.

*

يَا أَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمُ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِن قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

(Bakara, 21)

Aziz ve Muhterem Müslümanlar!

Yüce Allah’yan üflenen ruhut taşıyan ve bu ruhla değerli olma şerefine nail olan insan, hangi maddi ve modern imkâna kavuşursa kavuşsun bu ruhun sahibi olması nedeniyle ibadet etmeye her zaman muhtaç bir varlıktır.

Allah’tan gelip yine O’na dönecek olan insanın O’nun nezdinde değerli olabilmesinin yegâne şartı da ibadet etmektir. Bilinmek istendiği için kâinatı, o arada insanları ve cinleri de yaratan Yüce Allah, bilindiğinin ortaya konabilmesi için yine ibadet etmeyi şart koşmuştur.

Değerli Müminler!

İbadet, Allah’a kulluk etmek, O’na saygı ile boyun eğmek ve emirlerine uyum sağlamaktır. Daha geniş bir ifadeyle ibadet, iyi niyetle yapılan ve sevap kazanmaya vesile olan her şeydir, diyebiliriz.

İbadet insan ruhunun şükran hislerini yaratıcısına arz etmesi ve Allah’ı anarak ruhunu tazelemesidir.

İbadet, ayrıca insan kalbini temizlemenin ve insanı her türlü çirkin görüntü ve davranışlardan uzak tutmanın da biricik yoludur.

Günümüzde hayatın getirdiği türlü olumsuzluklarla mücadelede yorgun düşen insanın kaçmak istediği, fakat nereye kaçacağını bilemediği için hep bunalımda olduğu bilinmektedir. İbadet ederek Allah’a kaçmayı becerebinler ise bunların dışındadır. Onlar daha mutlu ve daha huzurludurlar. Çünkü onlar ibadet yoluyla ruhlarını tatmin etmiş, eriştikleri ruh zenginliği ile da hayatlarını anlamlandırabilmişlerdir. Yüce Allah’ın

Ey Muhammed! de ki: „Öyleyse Allah’a kosun, gerçekten ben size O’nun tarafindan gönderilmis apaçik bir uyariciyim. (Zariyat, 50)

İşsizlik, trafik, sağlık, eğitim, gürültü, çevre kirliliği, ekonomik darboğaz, stres gibi ağır hayat şartları karşısında bunalan günümüz insanının yaratıcısı ile bağ kurması, O’na yönelmesi ve O’na sığınması onu psikolojik bir rahatlığa ulaştıracaktır. Bunu sağlayacak yegâne şey de ibadettir.

Aziz Cemaat!

Ruhun gıdası ve manevi hastalıkların ilâcı olan ibadetler, aynı zamanda insanın, yaratıcısı, kendisi, ailesi, çevresi, devleti, milleti ve insanlık ailesiyle barışık yaşamasını sağlar. Bu yolla mutlu olabilmiş insanların oluşturduğu toplumlar da mutlu ve huzurlu olurlar. Bunun için insan, ibadetini ihmal etmemeli, Yüce Yaratıcısı ile irtibatını kesmemeli ve O’nun dostluğunu asla kaybetmemelidir. Zira O’nun dostlarına ne korku, ne elem ne de keder ulaşır; „Allah ugrunda gerektigi gibi cihad edin. Sizi o seçmis, babaniz Ibrahim’in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kilmamistir. Daha önce ve Kur’ân’da, Peygamberin size sahid olmasi, sizin de insanlara sahid olmaniz için, size müslüman adini veren O’dur. Artik namaz kilin, zekat verin, Allah’a sarilin. O sizin sahibinizdir. O ne güzel sahip ve ne güzel yardimcidir!” (Hac, 78)

Ne mutlu bu dostluğu hak edebilenlere!

Aziz Müslümanlar!

Bilindiği gibi ilahi dinleri diğerlerinden ayıran en önemli hususlar, kul, Kulluk edilen varlık, ibadet edilen yer ve ibadet yani kulluk etmektir.

Peki ibadet nedir?

İbadet, gönülden ve isteyerek Allah’a yönelmek ve O’nun emirlerine uymaktır. Kul, kendisini yarattığı ve sayısız nimetler bahşettiği için Allah’a şükrederek ibadet etme ihtiyacı duyar. Bunu nasıl yerine getireceğini de ona yine din öğretir. O da dinin öğrettiği şekilde ibadet neder.

Ayrıca, Yüce Allah, insana verdiği nimetleri hatırlatıp üzerinde vurgu yapar ve kulun teşekkğr etmesini ister ki, bu teşekkür, ibadet demektir.

Allah’ın verdiklerine teşekkür etmeyi alışkanlık haline getiren insan, bu alışkanlığı sayesinde hemcinslerine karşı da teşekkür etme yüceliği gösterir. Böylece insanlar arasında sevgi, savgı ve nezaket duyguları gelişir ve kavgaların önüne geçilmiş olur.

İbadet, insanı Allah’a yaklaştıran, insanı Allah’la buluşturan en güzel bir vasıta ve bir kulun dünyada erişebileceği en yüce bir makama erişebilmenin yoludur.

Değerli Müminler!

İbadet, insanın, Allah katında değerli sayılmasının da şartıdır. Nitekim Sevgili Peygamberimize ﷺ hitaben Furkan suresinin 77. ayetinde şöyle buyruluyor, (Resulüm!) De ki: „Rabbim size ne kiymet verir duaniz olmasa? (Ey inkârcilar! Size bildirdiklerini) kesinkes yalan saydiniz; o halde azab yakanizi birakmayacaktir!

Ancak, ibadet yapılırken Allah’a ortak koşmamaya ve Allah’tan başkasına ibadet etsünler, beğesinler düşüncesiyle yapılan ibadetler riya ve gösteriş için olacağından makbul değildir. Zira riya ve gösteriş, bir ceşit Allah’a ortak koşmak demektir. Riyakâr kimse, ibadeti Allah İçin değil, Allah’tan başkası için yapan kimsedir. Böyle bir durumdan da kaçınmak gerekir.

Değerli Müslümanlar!

İbadete başlama çağı buluğ dediğimiz ergenlik çağıdır. İleri yaşlarda başlanan ibadet, genç yaşta başlanan ibadet gibi etkili olamaktdatır. Bu bakımdan, ibadete dinin belirlediği buluğ çağında başlamak çok büyük önem taşır. İbadete son verme zamanı ise ölüm anıdır. Zira o zamana kadar herhangi bir sebeple hasişlerde yoğunluk vb. sebeplerle ibadete ara verilmesi sözkonusu değildir. Bu konuda da Yüce Allah, Hicr suresinin 99. ayetinde şöyle buyurmaktadır, “ve sana yakın, yani ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et”.

Kısaca, ibadet, insanı iyi insan yapar, Toplum yana yakıla iyi insan aradığına göre, bizler de bu yolu takip ederek iyi insanlardan olmayı başarabiliriz. Böylece hem Allah’ın hem de insanların sevgisini hak ederiz ki, bundan daha büyük mutluluk düşünmek mümkün değildir.

Yüce Allah, hepimizi ibadet ederek iyi insanlardan olmayı becerenlerden eylesin.

Aziz Cemaat!

Yaratılan her şeyin bir ömrü olduğu gibi, bu dünyanın da bir ömrü vardır.

Bir gün gelecek, bu âlemden ve üzerindeki yaratılmışlardan bir eser kalmayacak ve kainattaki bu mükemmel nizam bozulacaktır. “Cenab-ı Hakkın ebedi be sonsuz olan zatından başka her şey yok olacaktır.” (Kasas, 88).

Yani Allah’ın belirlediği bir zaman sonra ahiret denilen hayat başlayacak, ruhu ve bedeni ile tekrar diriltecek olan insan, Allah’ın huzuruna çıkarak yapıp ettiklerinden tek tek hesap verecektir.

Evet Aziz Müminler!

Yüce Allah’ın ahiret gününe vurgu yapan ayetlerinden bazıları şöyledir.

“Önlar düşünmezler mi ki, büyük bir günde hesap vermek için diriltilecekler? Öyle bir gün ki, insanlar o günde âlemlerin Rabbinin huzurunda divan duracaklardır.” (Mutaffifin, 4-6)

“İşte o zaman insan: Keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!” der. “Artık o gün, Allah’ın edeceği azabı kimse edemez. O’nun vuracağı bağı kimse vuramaz. Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. Seçkin kullarım arasına katıl ve Cennetime gir” (Fecr, 24, 30)

“Kim zerre miktarı hayır yapmışşa onu görur. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür” (Zilzal, 7, 8)

“Nefsani arzulara, özellikle kadınlara, oğullara, yük yük altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük, insanlara çekici gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Oysa asıl varılacak güzel yer Allah’ın katındadı.” De ki:”Size, onlardan daha hayırlısını haber vereyim mi? Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için Rableri katında, içinde ırmaklar akan, orada ebedi kalacakları Cennetler, tertemiz eşler ve hepsinin üstünde Allah’ın rızası vardır.” Allah kullarını hakkıyla görendir.  (Al-i Imran, 14, 15)

Öyleyse değerli Müslümanlar, yüce Rabbimizin bu ifadeleri çerçevesinde bir hayatın sahibi olmaya azami gayreti gösterelim ve kendimizi bu büyük günde zor duruma sokacak hayat anlayışından uzak duralım.

3 gânduri despre „Vaazlar

Lasă un comentariu